Wednesday, August 31, 2011

SPAGETTI WESTERN’İN BABASI: SERGIO LEONE


Pazar sabahları, televizyon başında kovboy filmleri izleyen ve izleten sevgili babama…

Spagetti Western filmleri, 60’lı yıllarda başlayan, çoğu Avrupa’da çekilen kovboy filmleridir. Çoğunlukla İtalyan yapımcı ve yönetmenler tarafından çekilmişlerdir. Western sineması içinde bir alt tür olarak adlandırılır, ama ne alt tür… Öncelikle Amerikan Western’lerine göre daha düşük bütçeli yapımlardır. “Meksika Açmazı” denilen, birden fazla silahın bir yerlere doğrulduğu sahneleriyle meşhurdur. Bu sahnelerin en güzel örneklerinden biri de, 92’de Tarantino tarafından çekilen “Rezervuar Köpekleri” filminin final sahnesinde görülebilir.  Clint Eastwood ve Lee Van Cleef gibi cengaverler şöhretlerini bu filmlere borçludurlar. Bir başka özelliği de, Ennio Morricone’yi dünyaya tanıtmış olmasıdır. Bu ünlü bestecinin, ıslık ve ağız armonikası ile yarattığı harika müzikler sadece bu filmlerde değil, popüler kültürde de yer edinmiştir. Western deyince akla ilk gelenlerdendir. Ayrıca bu filmdeki baş karakterler Amerikan  Westernleri’ndeki gibi kahraman şerifler değil, genellikle ödül avcısı (bounty hunter) ya da banka soyguncusu gibi anti-kahramanlardır. Bu tipler çoğunlukla sakallı, uzun saçlı, üstü başı kirli tiplerdir. Bu kişileri harekete geçiren ise açgözlülüktür ve bu filmler aşırı şiddet barındırır. Spagetti Western’lerin başka birçok özelliği vardır; uzun bekleyiş sahneleri, yüzlere yakın çekimler, omuz çekimleri gibi... Fakat en önemli unsur, Hollywood’un klasik Western kurallarini yikan anti-kahramanlarıdır.

                İşte bu türün babası diyebileceğimiz Sergio Leone’den bahsedeceğim bu ilk yazımda. Leone 18’inde üniversitedeki hukuk eğitimini yarıda bırakmış ve film sektörüne giriş yapmıştır. Babası da sessiz film yönetmeniymiş. Bu arada müzikal işbirliği yapacağı Morricone ile de üniversitede tanışmış, kanka olmuşlardır. Hatta yıllar sonra Morricone, Leone için şu itirafta bulunur: “Sergio bana bir filme notalarla değil, duygularla bakmayı öğretti.”


İki büyük usta: Ennio Morricone ve Sergio Leone (solda)


Filmografisine baktığımızda, 2 önemli üçleme görürüz. Dolar Üçlemesi: A Fistful of Dollars (1964), For A Few Dollars More (1965),The Good, The Bad and The Ugly (1966). İkinci üçlemenin adı da Batı Üçlemesi’dir: Once Upon A Time In The West (1968), Duck, You Sucker (1971, a.k.a. Once Upon A Time In The Revolution), Once Upon A Time In America (1984)

Filmlerinde aşırı derecede uzatılmış şiddet sahneleri, düello sahneleri, çıkar için birbirlerini satan çete üyeleri, keskin silahşörler ve purolar, olmazsa olmazıdır Leone’nin. Bunların dışında Leone, filmlerinde alt metin olarak toplumsal konulara da değinir. Çıkarcılık ve açgözlülüğün doyasıya anlatıldığı Dolar Üçlemesi buna en guzel örnektir. Adı üstünde, Dolar! Bu açgözlülük ve çıkarcılık işlevleriyle kapitalizm olgusunu, Western üzerinden eleştirir. Zaten İtalya’daki bir çok yönetmen ve yazar gibi, o da komünizm destekçisidir.

“Sosyalizm fikir olarak iyi ama insan kötü.” Sergio Leone

A Fistful of Dollars – Per un Pugno di Dollari (1964)

“Colt taşıyan bir adam Winchester taşıyan bir adamla karşılaştığında… Colt taşıyan adam, ölü bir adamdır.”  “Ramon” Gian Maria Volonte

Dünya sinemasına yepyeni bir yıldız olarak Eastwood’u, yepyeni bir yönetmen olarak Leone’yi, yepyeni bir besteci olarak Morricone’yi, yepyeni bir kötü adam olarak da Gian Maria Volonte’yi armağan etmiştir. Dolar üclemesinin ilk ayağıdır. Filmin meşhur olmasına yol açan ilk olay ise, bir yeniden çevrim olmasına rağmen Akira Kurosawa’ya telif hakkı ödenmemesi ve davalık olmalarıdır. Bu yüzden Amerika’da 3 sene geç oynar film ve bu zaman zarfında tanınır. Davayı kazanan Kurosawa’ya 15%’lik bir pay ile Japonya’daki yayınlama hakkını verirler. Daha sonra Hollywood telif haklarını satın alır ve 1996’da Last Man Standing çekilir. Başrolde bu kez Bruce Willis vardır.

Konusuna gelecek olursak; Baxter ve Roja ailelerinin iktidar savaşına sahne olan, nerdeyse ölmüş bir kasabaya gelen bir yabancının, iki aileyi birbirine düşürerek bu olaylardan kar etmeye çalışma süreci diyebiliriz. Yabancıyı Clint Eastwood oynasa da, bütün üçlemede bu karakterin adı geçmez. Sadece blondie (sarışın) olarak anılır. Kasaba o kadar ölüdür ki, bu iki aile dışında, koca filmde kasabadan sadece 3 kişi daha görürüz; bar işleten yaşlı adam, kasabanın delisi ve cenaze levazımatçısı! Zaten filmde, anti-kahramanımızın anlaşabildiği tek kasabalılar da bunlar. Özellikle yaşlı cenaze levazımatçısı.


Filmin başında, kasabaya yeni gelen herkesin başına geldiği gibi, yabancımız da sevilmez. Baxter’ların 4 adamı tarafından alaycı bir şekilde tehdit edilir ama, Clint Usta silahını konuşturup bir saniye içinde 4’ünü birden devirerek Roja’ların dikkatini çeker. Burdan sonra film başlar. Kahramanımız film boyunca ikili oynar, ortalığı karıştırır.


             
 Leone film için 200 bin dolar gibi kısıtlı bir bütçe harcamışken, film sadece Amerika’da 11 milyon dolar gişe getirisi sağlar. Bu başarıdan sonra bu türde çekilen film sayısı 500’den fazladır. Zaten Avrupa’da da başarılı bulunan film, hem türdeşlerinin çoğalmasını, hem de Leone’ye iyi bir kariyer başlangıcı sağlar. Clint Eastwood da bu Dolar Üçlemesi’yle ve akıllara kazınan “The Man With No Name” (isimsiz adam) karakteriyle şöhretin kapısını aralar. Ayrıca bu filmlerdeki karakteri ile cool adam’lık kavramına yeni bir tanım getirir: Üstünde pançosu, ağzında sigarası, çok konuşmayan, çok hızlı silah çeken, ödül avcısı bir anti-kahraman. Kanımca kalleş Meksikalı, Rujo ailesinin başındaki Ramon karakterini oynayan (daha sonra hep kötü adam rollerinde seyredeceğimiz) Gian Maria Volonte de döktürmüştür. Özellikle “mitralyoz sahenesinden” (mitralyoz silahi ile butun askerleri taramasi) sonraki sırıtışı, çoğumuzun aklına Erol Taş’ı bile getirebilir. Bu abimiz işkence ederken ve adam öldürürkenki meşhur gülüşüyle de bilinir.


 Spagetti Western türü ayrıca B-movie türüne (Grindhouse, ya da dusuk butceli, ucuz taklit filmler) yakınlığıyla da bilinir. İki türün ortak özellikleri olarak bolca ölüm ve kanlı sahneleri sayabiliriz. Fakat bu filmde bolca ölüm olsa da kan çok az, hatta hiç gösterilmemiştir. “Acaba kısıtlı bütçe yüzünden mi” diye düşünmeme rağmen, B-movie piyasasında pahalı film olmadığını da bildiğimden, film için tek olumsuz eleştirimi kanlı sahnelerdeki kan oranının düşük oluşuna yöneltebilirim.

                “Onu bütün filmlerimde göstermek isterim; bir asi, bir haydut olan suçluyu; boyun eğmek istemediği için bizzat boyun eğdirici olup çıkan insanı…” Sergio Leone

For A Few Dollars More (Per qualche dollaro in piu, 1965)

                IMDB’nin Top 250 listesine 121. sıradan giriş yapmış, dolar üçlemesinin 2. filmi. Adsız kahramanımız C. Eastwood’a, bu kez kovboy filmlerinin bir başka yıldızı olan Lee Van Cleef eşlik eder. İki ödül avcısı, hapishaneden kaçan ve başına 10 bin dolar ödül konan El Indio’nun (Gian Maria Volonte) peşine düşerler. Bu arada anti-kahramanlarımızdan  Colonel Douglas Mortimer’in (L. Van Cleef) aklında paradan çok intikam vardır. Yan rollerden birinde de bana göre Alman sinemasının gelmiş geçmiş en büyük aktörü olan Klaus Kinski’yi görmek de şaşırtıcıydı. Özellikle barda Lee Van Cleef ile ilk karşılaşmasındaki performansı takdire şayan. El Indio rolündeki, Gian Maria Volonte ve çetesinin performansı her zamanki gibi beklentileri fazlasıyla karşılıyor. Yüzlerine sinek konan, çarpık veya çürük dişli çete elemanları gene çok vahşi, gene çok pis ve gene banka soymada üstlerine yok.

Filmin bir diğer önemli ismi de Ennio Morricone. Film müzikleri gene onun elinden çıkma ve özellikle saat melodisi bu filme damgasını vurmuş. Leone’nin karakterlerin yüzlerine yaptığı yakın çekimler ile bu melodi gerilimi en üst seviyeye taşıyor ve melodi bittiğinde silahlar konuşuyor.

“Hayatın bir kıymetinin olmadığı yerde ölüm, bazen para edebilir. Ödül avcıları işte bu yüzden ortaya çıkmıştır.” (Filmin giriş sloganı)

                Filmin en güzel sahnelerinden biri de Colonel Mortimer ile adsız adamın (aslında filmdeki adı Manco, ama bu isimle seslenildiğini daha duymadım ve görmedim. ilk filmde de tipik isimler takılsa da, Americano ve Joe gibi, kesin bir ismi yoktur bu karakterin) gece birbirlerinin şapkalarını uçurdukları sahne. İki ödül avcısı birbirlerine ancak bu kadar iyi gözdağı verebilirdi. Filmde performanslara değinecek olursak; C. Eastwood gene cool, gene bakışlarıyla konuşan, sigarasını çiğneyip tüküren karakterinde başarılı. Fakat Lee Van Cleef ve Gian Maria Volonte kesinlikle döktürüyor. Hele Gian Maria saate tutkuyla bağlanmış, bir nevi romantik serseri rolünde, filmin en iyi performansını veriyor. Daha sonra araştırdım, bu abimiz İtalya’da Shakespeare uyarlamalarında oynamış, hatta İtalyan politik sinemasının bir çok yapıtında da rol almış.

“Sergio Leone ilk post-modern yönetmendir.” Jean Baudrillard

                ”Yönetmen olmak isteyenlere çok çizgi roman okumalarını öneririm. Sık sık televizyon izleyin ve her şeyden önce sinemanın yalnızca “seçkinler”, diğer sinema yapımcıları ve huysuz eleştirmenler için olmadığını kafanıza koyun. Başarılı bir film toplumun her kesimine seslenebilen filmdir.” Sergio Leone

                The Good, The Bad and the Ugly (Il Buono, Il Brutto, Il Cattivo, 1966)

                Film karakterleri tanıtarak başlar. O kadar iyi örnekler ile tanıtılır ki, belki de sinema tarihindeki en iyi girişe sahiptir. İyi rolündeki Clint Eastwood (filmde Blondie diye hitap edilir), kötü rolünde Lee Van Cleef (lakabı Angel Eyes) ve çirkin rolünde ise Eli Wallach (ismi Tuco) oynamaktadır. Filmin harika müzikleri gene Morricone’ye ait. Filmdeki bütün performanslar iyi kabul edilse de, Çirkin’i oynayan Eli Wallach’in performansı en iyisidir. Diğerlerine göre filmde daha çok gözükür. Bütün o çirkinliğine ve sevimsizliğine rağmen seyirci tarafından sevilir. Zaten fakirlikten gelme Tuco hor görülmüş, haydutluğu benimsemiş, ahlak hakkında hiçbir fikri olmayan bencil biridir. Blondie yalnız takılan, kendi kuralları olan bir karakter. Angel Eyes ise, diğerlerine göre daha kibar ve güçlü tarafın yanında olmasını bilen (iç savaş sırasında albay konumuna gelerek, cikarlari icin orduyu kullanmasi) bir karakter. Bu bağlamda karakterleri genel olarak şöyle değerlendirebiliriz: Kötü karakteri disiplinli, asker, sistemin bir parçası; İyi ise salaş, dışardan bir yabancı; Çirkin ise aslen fakir ve köyden gelen, kısa yoldan para kazanmanın peşinde bir tip. Yani bu üç insan tipi de, günümüzde hala çevremizde görebileceğimiz tiplerdir.

Azerbaycan televizyonları tarafından “Ala, Fena, gudubet” olarak çevrilmiştir!

 Amerikan İç Savaşı sahnelerinde çok ciddi eleştiriler de barındırır. Misal, Blondie ve Tuco’nun yaralı bir askeri taşıdıkları sedyeyi çalmaları, askeri yere attıkları sedyeyle patlayıcı taşımaları. Zaten köprüyü havaya uçurdukları sahne bence aksiyon sinemasında ilk 3 efsane sahne arasına girer. Leone bu sahnede patlayan bir köprüden kaçmasını isteyerek, C. Eastwood’un canına kastetmiştir! Hala günümüzde bu kadar başarılı patlama sahneleri yok. Bir de, esir kampındaki askerlerin marş çalarkenki dramı çok hissettirilmiştir. Keman çalan askerin gözündeki yaş gerçekten içimizi burkutur.

                Blondie’nin İç Savaş’ı tek cümle ile özetlemesi de harika: “Bu kadar adamın böyle telef edildiğini hiç görmemiştim.” Heralde savaşı eleştiren bu kadar iyi bir cümle sinema tarihinde yoktur.

                Filmin finalinde yer alan, mezarlıktaki Meksika Açmazı sahnesi ve bu sahnenin essiz muzigi olan trio Morricone’nin eseridir. Her karakterin yüzüne yakın çekimler ile, uzatılmış ve gerilimi artıran bu sahne, sinema tarihine adını altın harflerle kazımıştır. Leone deyince akla gelen ilk sahnelerdendir, çünkü alemin en büyük 3 silahşörü birazdan silahlarını çekecektir. Bir düello sahnesi ancak bu kadar kusursuz çekilebilirdi.


Film ile ilgili ilginç notlardan birisi de, köprü sahnesi için köprüyü 2 defa inşaa etmeleri. Çünkü ilkinde yanlışlıkla patlatılmıştır. Hatta bu olay, savaş parodisi Tropic Thunder filminde aynen uygulanmış ve ti’ye alınmıştır. Bir diğer ilginç nokta da şu: Leone finaldeki mezarlık sahnesi için istediği mezarlığı bulamayınca, İspanyol hükümetinin yardımıyla 2 günde mezarlık yapılmış.



 Sonuç olarak Dolar Üçlemesi’nin her bir filmi, sinefillerin damağında ayrı bir tat bırakıyor. İlk filmde çeteleri birbirine düşüren kurnazlık, ikinci filmde ödül avcılığı ve son filmde de mezarlıktaki altınlara ulaşmak için İç Savaş’ın bile hiçe sayılışı. Kesinlikle arşivlerde bulundurulması gereken bir üçleme.





“Western ölmemiştir. Ne dün, ne de bugün. Gerçekten ölen sinemanın kendisidir. Belki de gansgter filmleri, Western’in karşıtı olarak, sosyolojik gerçeğin profesörleri tarafından iliklerine kadar tüketilmemiş olmasının ayrıcalığının tadını çıkarıyorlar. İyi film çok zaman ve para gerektirir. Oysa altın damarı kurudu artık California’da. Birkaç yürekli kişi kadere, TV’ye küfrederek de olsa, urperti icinde ve inatla bir arayışı sürdürüyorlar. Yok olmaya mahkum birer dinozor gibi...” Sergio Leone

Not: Sergio Leone ve bati uclemesi yakinda bu civarlarda olucaktir....

Friday, August 12, 2011

Selam


Blog'a goz atan, bir onunden gecen, bir arkadasa bakip cikicam diyen herkese selamlar. Nacizane
sinema fikirlerimi, bilgilerimi, elestirilerimi burdan herkesle paylasmak, benim icin hem bir onur ve hemde keyif. Oncelikle bu yolda onumu acan sevgili Pembe Vampir'e tesekkurlerimi sunarken, en kisa zamanda yazilarim ile de bu civarlarda dolaniyor olucam.

Sinemasever'in evrimlesmis halidir sinefil. Ve iste bende bu evrim surecinde basimdan gecenleri herkes ile paylasmak istedim. Daha cok yonetmen koleksiyoncusu olsam da, korku sinemasindan b-movie piyasasina, spaghetti western'lerden istismar sinemasina, Avrupa sinemasindan Hollywood produksiyonlarina, bir cok alanda filmleri paylasip, tartismak, bunlar uzerine yazip, konusmak benim icin en degerli, en keyifli islerden bir tanesi. Umarim herkesin begenecegi, sevecegi bi blog olur. Tabikide yazim yanlislari icin simdiden affola...

Sevgiler ve saygilar...