Wednesday, February 29, 2012

STANLEY KUBRICK


MUKEMMELLIYETCILIGIN USTASI: STANLEY KUBRICK


Hollywood çevrelerinde meşhur bir fıkra vardır: Steven Spielberg ölür ve meleklerin karşısına çıkar. Melekler bunun amel defterine bakar ve “Bayım sizi cehenneme alıyoruz” der. Spielberg şaşırır “Efendim, nasıl olur? Ben hayatım boyunca insanların mutluluğu için çaba verdim, muhtaç olan herkese elimden geldiğince yardım ettim, üstelik dindar da sayılırım. Cennete gitmem gerekmez mi?” diye itiraz eder. Melek “Bayım, haklısınız, güzel bir insanmışsınız ama siz yönetmensiniz. Yönetmeliğe göre bütün rejisörler cehenneme gitmek zorunda” diye cevaplar. Steven kaderine razı olur ve “Bir ricam olacak. Ben hep cenneti merak etmişimdir. Bir kapıdan bakabilir miyim?” der. Melek de Steven’a acır ve “Bir göz atabilirsin ama içeri girmek yok” der. Steven cennetin kapısından içeri bakar ve Kubrick’i bisiklet sürerken görür. Sinirle meleğe döner, “Kardeşim hani tüm yönetmenler cehennemdeydi? Adam resmen burda işte” diye bağırır. Melek içeri bakar, Kubrick’i görür ve “Yanılıyorsunuz beyefendi. O yönetmen değil tanrının ta kendisidir” der. 

Sinema tarihi boyunca, bu sanatın her türünde en iyi işlere imza atmış, her biri başyapıt ya da modern klasik olmuş kaç yönetmen sayabilirsiniz?  Çoğu sinemasever Stanley Kubrick der, başkası aklına gelmez. Sergio Leone “Spaghetti Western”in, Alfred Hitchcock ise gerilimin ustasıdır. George Romero, John Carpenter deyince akla korku filmleri gelir, George Lucas deyince de bilim kurgu. Fakat Kubrick deyince akla bir yönetmen gelir: Tarihi, epik film çekebilen, ardından bilimkurguda çığır açan, ardından korku-gerilim ve hatta savaş filmi çekebilen ve her çektiği olay olan bir yönetmen.

Stanley Kubrick 16 yaşında liseden mezun olduktan sonra, dönemin ünlü dergilerinden Look’da fotoğrafçı olarak iş bulur. Dergide çalıştığı yıllarda Amerika’yı baştan sona dolaşma fırsatı bularak birçok fotoğraf çekmiştir. İşte o fotoğraflardan birkaçı:
                                                                                                                                                                   







Etkilendiği sinemacılar Ingmar Bergman, Federico Fellini, David Lean’dir. Max Ophuls’un akışkan kamera tekniği de Kubrick’i etkilemiştir.

Uzak bir şatoda tek başına yaşayan, insanlığı sinema yoluyla ele geçirmek için planlar yapan, deli bir profesör (Christiane Kubrick)

Filmlerinin ortak noktası, bir kişinin kendini genel kurallardan arındırması ve toplumun dışına çıkmasıdır. Kubrick der ki; “İnsanın hayvani ve vahşi doğasıyla ilgileniyorum, çünkü bu onun gerçekçi bir portresidir”. Bu anlamda eserlerindeki ana karakterlerin neden kötü ya da şeytani olduğu konusunda yöneltilen bir soruya da şöyle cevap verir: “Şeytani karakterlere özel bir yakınlığım yok; ancak onların hikâyeler için son derece yararlı olduklarının altını çizmem gerekir. Naziler hakkında yazılmış bir kitabı, Birleşmiş Milletler hakkında yazılan bir kitaptan çok daha fazla insan okur. Gazeteler hep kötü olayları manşet yaparlar. Dolayısıyla bir filmdeki kotu karakterler, pekâlâ iyi karakterden daha ilginç olabilir.”

Filmi nasıl çekeceğinizin önemi yoktur, asıl zor olan neyin çekileceğidir. (Stanley Kubrick)
Kubrick çekimlerde her şeyi kontrol ederdi. Işık, kamera açıları, set tasarımı, makyaj, kostüm ve montaj gibi konularda çok titizdi. Bu da, sahnelerin birçok defa çekilmesini gerektiriyor ve çok uzun çekim sürelerini beraberinde getiriyordu. Ayrıca Kubrick, filmlerinin gösterime girecek tüm kopyalarını kontrol eden ve filmlerinin yurtdışı gösterimlerinde kullanılan afişleri denetleyen, altyazıları satır satır inceleyen titizlik abidesi biriydi. En büyük özelliği olan mükemmeliyetçiliğinden bir örnek vermek gerekirse; Uçaktan korktuğu için Vietnam’da geçen Full Metal Jacket (1987) filmini İngiltere’de çekmiş, sahneyi Vietnam’a benzetmek için binlerce ağaç getirtip, diktirmiştir. Detaycılığının yanında, fütüristliği, ileri görüşlülüğü de Kubrick’i diğerlerinden ayıran önemli bir özellik. Mesela, A Clockwork Orange’da kıyafetler ve dekorlar öyle olağandışıdır ki, dönemine göre hatta günümüze göre bile hala yeni ve etkileyici gözükür. Fakat Kubrick, filmde bunu öyle yansıtır ki ekrana, bütün bu ayrıntılar gayet olağan şeylermiş gibi aktarılır. İşte asıl aşılması, başarılması gereken durum da budur. Başka bir örnek olarak 2001 filmini söyleyebilirz. Roman uyarlaması olmasına rağmen, uzay gemisi indi demek ile bunu göstermek, çekmek, yani ekrana vermek çok daha başka bir şeydir. Unutmayın, daha o dönem uzaya giden de, aya gitmeyi planlama durumları da yok. Gerçekten araştırıp, farkına vardıktan sonra Kubrick gözümde iyice tanrılaştı. 

Ben fikir üretiyorum. Sinema yönetmeninin temel işi budur. Yönetmenin ikinci görevi, filmin seyirciye nasıl bir zevk vereceğini belirlemektir. Konu aktörlere gelince; hep en iyileriyle çalışmayı denesem bile, burada bir orkestra şefinin karşılaştığı sıkıntıları çekmem kaçınılmaz. Film yapma sürecinde en çok hangi aşamasını sevdiğimi soracak olursanız, o zaman da kurgu diye cevap veririm. Çünkü yaratıcı bir iş çıkarmanıza en yatkın zemin, kurgudur. Önceden yazarak hazırlanmak, sonradan senaryoyu kaleme almak, elbette çok tatmin edici bir duygu. Fakat yazarken bir film üzerinde doğrudan çalışmış olmazsınız. Filmin çekimi başladığındaysa, bir sanat eseri yaratmak için tasavvur edebileceğiniz en ağır koşullarla baş başa kaldığımızı bilirsiniz. (Stanley Kubrick)

Kubrick’in İlk İşleri




Day of the Fight: 1951 yılında çektiği 16 dakikalık siyah-beyaz kısa film. Kubrick’in aklına bir film çekme fikri, eski bir arkadaşının tek bir belgesel bölümü çekebilmek için $40.000 harcadığını öğrendiğinde belirmiştir. Ardından kendi hesaplarını yaparak aynı filmi $1.500’e çekebileceğini düşünmüş ve henüz 21 yaşındayken biriktirdiği para ile kamera kiraladığı mağazanın görevlisinden kamerayı nasıl kullanacağını öğrenerek işe koyulmuş. Walter Cartier isimli orta sıklet bir boksörün bir maç gününü anlatır. Look dergisinde çalışırken çektiği boksör fotoğraflarından esinlendiği söylenir. Fonografik estetiğiyle göze çarpan, izlemesi kolay bir belgesel niteliği taşır. Yönetmenlikten montaja, sesten görüntü yönetmenliğine kadar herşeyi kendisi yapmıştır. Film, RKO adlı bir şirket tarafından satın alındı ve New York’taki Paramount sinemasında gösterilerek Kubrick’e ufak bir kar getirdi. IMDB’den izlemek mümkün.



Flying Padre: Kubrick’in 1951’de yaptığı 9 dakikalık kısa film. RKO, bu belgeseli çekmesi için teklif yapar Kubrick’e. New Mexico’lu bir rahibin ve flying padre isimli uçağının siyah-beyaz çekilmiş kısa öyküsü. Daha sonra Kubrick, kendisinin de bu çalışmayı beğenmediğini itiraf eder.



The Seafarers: 1953 yapımı, renkli, 30 dakikalık kısa film. Aynı zamanda uluslararası gemici sendikasının renkli tanıtım belgeselidir.





Muhtemelen son 30 yılın en bağımsız sinemacısı, sadece stüdyo sisteminin içinde çalışmış olanı Stanley Kubrick’tir. Onun bağımsız olmadığını mı söyleyeceksin? Filmleri 30, 40, 50 milyon dolara mal oluyor (bu paralar o dönem için muazzam) ve Warner Brothers senaryoyu bile göremiyor. (Alan Rudolph)

Unfinished Projects – Bitiremediği Projeleri

Kubrick’in ölümunun ardından, şatosunda sakladığı kutulardan binlerce notlar, kitaplar ve resimler ortaya çıktı. Sonuçta yüzlerce fikir, ön çalışma, çekim planları bulundu.

Artificial Intelligence: Ölümü nedeniyle Steven Spielberg tarafından tamamlandı ve Kubrick’e ithaf edildi. Kubrick zaten Spielberg ile film adına sık sık bir araya gelmiş, fikir alışverişinde bulunmuştu. Ölümünün ardından Spielberg, Kubrick’in bu film ile ilgili çalışmalarını aldı ve kendi çalışmalarıyla fikirlerini katarak filmi tamamladı. Sonuçta ortaya kalbur üstü iyi bir bilimkurgu filmi çıktı.

Arayan Papers: 2. Dünya Savaşı’nda yaşanan soykırım üzerine bir film olacaktı. Fakat 90’lı yıllarda Spielberg, Schindler’s List’i çekince vazgeçti. Çünkü hemen hemen aynı yılları anlatacaktı film. Film hakkındaki belgelerden biri de başrol için düşündüğü Joanna ter Steege ile yaptığı fotoğraf çekimi. İnternette bulmak mümkün.





Napoleon: Birçok sinemacıya göre, tarihin çekilemeyen en büyük filmi olarak adlandırılmıştır. Bunun nedeni de çoğu sinemacının artik internette de bulunabilen senaryoyu, resimleri ve taslakları görüp okumuş olmasıdır. Bu film için 500’e yakın kitap okumuş. Napoleon’un yaşadığı bölgeleri gezip, fotoğraflar çekmiş, binlerce sayfa not almış. Başrol için Jack Nicholson’ı düşünmüş. Stüdyolar filmin bütçesinin muazzam büyüklükte olacağını düşünmüş ve Kubrick de bu nedenden ötürü projeden vazgeçmiş. Ama bir gün bu filmi çekecek yeterli teknolojik olanakların olacağına hep inanmış ve o günleri beklemiş.

Onun için dahi diyorlar. İnanın bu söz bile az kalıyor (Jack Nicholson)

Fear and Desire (1953)



-           İlk filmi Fear and Desire’ı çekmek için arkadaşlarından ve akrabalarından borç para aldı. Hatta babasının hayat sigortasını nakde çevirdiği bile söylenir. Filmin yapımcılığını, yönetmenliğini, görüntü yönetmenliğini ve montajını kendisi yaptı. Kubrick’in bu filmi hiç sevmediği bilinir. Daha sonra filmi kimsenin görmemesi için bütün kopyalarını toplattırmıştır.
-           Senaryosunu Howard Secker’in kaleme aldığı film, konusu itibariyle Paths of Glory’e öncülük eder. Savaşın devam ettiği bir ormanlık alanda, bir kaç üniformalı askerden oluşan bir grubun kaçmaya başlamaları ve düşman karargâhına yaklaştıklarını fark edip, orda düşman generalini görmeleriyle ona suikast planlamaya çalışmaları anlatılıyor.



Aklıma film yapma düşüncesini getiren şey, bir sürü berbat film izlemiş olmamdı. Sinemada oturup şöyle düşünüyordum: Filmler hakkında pek fazla bir şey bilmiyorum, ama bundan daha iyi bir film yapabileceğime eminim. (Stanley Kubrick)


Killer’s Kiss (1955)

Toplam 67 dakika süren siyah – beyaz kara film bir kara filmdir Killer’s Kiss. Kubrick yazıp yönetmiştir, Frank Silvera, Irene Kane ve Jamie Smith başrolü paylaşmıştır. 1959’da Locarno Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü almıştır bu filmiyle. 1955’de tanıdıklarına borçlanarak yaklaşık $40.000’a ikinci uzun metrajlı filmi olan Killer’s Kiss’i çekti. Bu filmi yaparken de kaynakları sınırlıydı. Hatta Kubrick bu filmi yapmak için işsizlik maaşı almıştır diye de söylentiler vardır. Bu filmi tamamladığında yaşı 27’dir.


İç içe geçen geri dönüşler ile anlatılan öykünün sağlam sinema dili hemen dikkati çekiyordu. Boksör Dave Gordon, karşı evde oturan Gloria’nın bir adamla kavga edişine tanık olup, onu kurtarmaya niyetleniyor. Bu insani çıkış, pek çok entrikayı, karanlık olayları ve tuhaf bir aşk ilişkisini beraberinde getiriyor. Gloria dans salonunda çalışan kiralık partner. Patronunun ona duyduğu saplantılı aşk, Dave’in hayatını tehlikeye sokuyor, menajerinin ölümüne neden oluyor. Finalde iki sevgili, belki de yeni bir hayata başlama umuduyla Dave’in kırsalda yaşayan ailesinin yanına doğru yola çıkıyordu.

Belki kulağa saçma gelecek ama, bir genç yönetmenin yapması gereken en iyi şey eline bir kamera ve biraz da film negatifi almak ve hangi tür olursa olsun, bir film çekmektir. (Stanley Kubrick)

Hikâyenin ilk basamaklarını unutmadan; klasik anlatının temellerini zayıflatmak için uğraşmış yönetmen. Flashback tekniğinin temelini atmış. Başka resimlerle gözü kandırırken, ses ile kendi hikâyesini kurmaya çalışmış. Mesela balerin sahnesi, resim ve anlatılan hikâyenin uyuşması için düzenlenen bir sahnedir. Ailesi uğruna kariyerini feda eden ablasının intiharını anlatan genç kızın sesi üzerine, sadece sahnede bale figürleri sergileyen ablasının görüntülerinin çıkması, önemli bir anlatım metodu. Filmin de en çok beğenilen sahnesidir. Kubrick ışıkla oynama yeteneğini bu sahnede göstermiştir. 



Bu sahne dışında, yine filmde cadde boyunca kullanılan kaydırmalı çekimler gayet başarılı bulunmuştur. Bu tarz sahneleri zaten ileride, kariyerinin en iyi işlerinde tekrarlayacaktır Kubrick. Burada ise ilk defa görürüz. Geriye dönmeli anlatışlar (flashback) ve bu resimlemeler filmin önemli bir parçasıdır. Birde, Hitchcock’un sık kullandığı bir teknik olan, bir konuşma esnasında görüntünün başka bir yere odaklanması olayını bu filmde kullanmıştır yönetmen. Boksörümüz telefonda konuşurken camın diğer tarafında soyunan kadına odaklanır kamera.

Boksörün dövüşme sahnelerinde düşük prodüksiyon ve sesin yükseltilmesi sonucu seyirciyi kendine bağlayan sahneler yakalanmış. Aksi durumda büyük bir yapım olmadığı için bunu başarmak zor. Burada bir hile kullanıyor Kubrick. Daha önce çektiği Day of the Fight kısa filminde de bir boksörün bir maç gününü anlattığından, boks sahnelerinde sesi yüksek tutarak ve arşivden de görüntüler kullanarak sahneleri zengin kılıyor. Yoksa bir boks sahnesini çekecek bütçesi zaten yoktu ama buradaki işin altından başarıyla kalkmıştır. Sonuç olarak kısıtlı bütçe ile kaliteli sahneler çekmenin tam karşılığı budur.

Manhattan sokakları, damlardaki kovalama ve finaldeki manken fabrikasında geçen sahneler de gayet başarılıdır. Hele bu son sahne, sanki arenada dövüşen gladyatörleri anımsatır bize. Birinin elinde balta, diğerinin elinde mızrağa benzeyen bir cisim ve çevrelerinde yüzlerce cansız manken vardır. Gerçekten çok akıllıca düşünülmüş bir mekân.


Bazı yönetmenler filmlerinde çevrelerindeki dünyayı taklit etmekle yetinirken, bazı yönetmenler ise perdede kendi dünyalarını yaratırlar. İşte Stanley Kubrick tam anlamıyla kendi dünyasını yaratan yönetmenlerdendir. (Andrey Tarkovski)

Not: The Killing, Paths of Glory & Spartacus'u içeren 2. Kubrick yazımda yakında buralarda yerini alıcaktır.