MUKEMMELLIYETCILIGIN USTASI: STANLEY KUBRICK
Hollywood çevrelerinde
meşhur bir fıkra vardır: Steven Spielberg ölür ve meleklerin karşısına çıkar.
Melekler bunun amel defterine bakar ve “Bayım sizi cehenneme alıyoruz” der. Spielberg
şaşırır “Efendim, nasıl olur? Ben hayatım boyunca insanların mutluluğu için çaba
verdim, muhtaç olan herkese elimden geldiğince yardım ettim, üstelik dindar da sayılırım.
Cennete gitmem gerekmez mi?” diye itiraz eder. Melek “Bayım, haklısınız, güzel
bir insanmışsınız ama siz yönetmensiniz. Yönetmeliğe göre bütün rejisörler cehenneme
gitmek zorunda” diye cevaplar. Steven kaderine razı olur ve “Bir ricam olacak. Ben
hep cenneti merak etmişimdir. Bir kapıdan bakabilir miyim?” der. Melek de
Steven’a acır ve “Bir göz atabilirsin ama içeri girmek yok” der. Steven
cennetin kapısından içeri bakar ve Kubrick’i bisiklet sürerken görür. Sinirle meleğe
döner, “Kardeşim hani tüm yönetmenler cehennemdeydi? Adam resmen burda işte”
diye bağırır. Melek içeri bakar, Kubrick’i görür ve “Yanılıyorsunuz beyefendi.
O yönetmen değil tanrının ta kendisidir” der.
Sinema tarihi
boyunca, bu sanatın her türünde en iyi işlere imza atmış, her biri başyapıt ya
da modern klasik olmuş kaç yönetmen sayabilirsiniz? Çoğu sinemasever Stanley Kubrick der, başkası
aklına gelmez. Sergio Leone “Spaghetti Western”in, Alfred Hitchcock ise
gerilimin ustasıdır. George Romero, John Carpenter deyince akla korku filmleri
gelir, George Lucas deyince de bilim kurgu. Fakat Kubrick deyince akla bir yönetmen
gelir: Tarihi, epik film çekebilen, ardından bilimkurguda çığır açan, ardından
korku-gerilim ve hatta savaş filmi çekebilen ve her çektiği olay olan bir yönetmen.
Stanley Kubrick 16 yaşında liseden
mezun olduktan sonra, dönemin ünlü dergilerinden Look’da fotoğrafçı olarak iş
bulur. Dergide çalıştığı yıllarda Amerika’yı baştan sona dolaşma fırsatı
bularak birçok fotoğraf çekmiştir. İşte o fotoğraflardan birkaçı:
Etkilendiği sinemacılar
Ingmar Bergman, Federico Fellini, David Lean’dir. Max Ophuls’un akışkan kamera tekniği
de Kubrick’i etkilemiştir.
Uzak bir şatoda tek başına
yaşayan, insanlığı sinema yoluyla ele geçirmek için planlar yapan, deli bir profesör
(Christiane Kubrick)
Filmlerinin ortak noktası,
bir kişinin kendini genel kurallardan arındırması ve toplumun dışına çıkmasıdır.
Kubrick der ki; “İnsanın hayvani ve vahşi doğasıyla ilgileniyorum, çünkü bu
onun gerçekçi bir portresidir”. Bu anlamda eserlerindeki ana karakterlerin
neden kötü ya da şeytani olduğu konusunda yöneltilen bir soruya da şöyle cevap
verir: “Şeytani karakterlere özel bir yakınlığım yok; ancak onların hikâyeler için
son derece yararlı olduklarının altını çizmem gerekir. Naziler hakkında yazılmış
bir kitabı, Birleşmiş Milletler hakkında yazılan bir kitaptan çok daha fazla insan
okur. Gazeteler hep kötü olayları manşet yaparlar. Dolayısıyla bir filmdeki
kotu karakterler, pekâlâ iyi karakterden daha ilginç olabilir.”
Filmi nasıl çekeceğinizin önemi yoktur, asıl zor olan neyin çekileceğidir. (Stanley Kubrick) |
Kubrick çekimlerde her
şeyi kontrol ederdi. Işık, kamera açıları, set tasarımı, makyaj, kostüm ve
montaj gibi konularda çok titizdi. Bu da, sahnelerin birçok defa çekilmesini
gerektiriyor ve çok uzun çekim sürelerini beraberinde getiriyordu. Ayrıca
Kubrick, filmlerinin gösterime girecek tüm kopyalarını kontrol eden ve
filmlerinin yurtdışı gösterimlerinde kullanılan afişleri denetleyen,
altyazıları satır satır inceleyen titizlik abidesi biriydi. En büyük özelliği
olan mükemmeliyetçiliğinden bir örnek vermek gerekirse; Uçaktan korktuğu için
Vietnam’da geçen Full Metal Jacket (1987) filmini İngiltere’de çekmiş, sahneyi
Vietnam’a benzetmek için binlerce ağaç getirtip, diktirmiştir. Detaycılığının
yanında, fütüristliği, ileri görüşlülüğü de Kubrick’i diğerlerinden ayıran
önemli bir özellik. Mesela, A Clockwork Orange’da kıyafetler ve dekorlar öyle olağandışıdır
ki, dönemine göre hatta günümüze göre bile hala yeni ve etkileyici gözükür.
Fakat Kubrick, filmde bunu öyle yansıtır ki ekrana, bütün bu ayrıntılar gayet olağan
şeylermiş gibi aktarılır. İşte asıl aşılması, başarılması gereken durum da
budur. Başka bir örnek olarak 2001 filmini söyleyebilirz. Roman uyarlaması olmasına
rağmen, uzay gemisi indi demek ile bunu göstermek, çekmek, yani ekrana vermek çok
daha başka bir şeydir. Unutmayın, daha o dönem uzaya giden de, aya gitmeyi
planlama durumları da yok. Gerçekten araştırıp, farkına vardıktan sonra Kubrick
gözümde iyice tanrılaştı.
Ben fikir üretiyorum.
Sinema yönetmeninin temel işi budur. Yönetmenin ikinci görevi, filmin seyirciye
nasıl bir zevk vereceğini belirlemektir. Konu aktörlere gelince; hep en
iyileriyle çalışmayı denesem bile, burada bir orkestra şefinin karşılaştığı sıkıntıları
çekmem kaçınılmaz. Film yapma sürecinde en çok hangi aşamasını sevdiğimi soracak
olursanız, o zaman da kurgu diye cevap veririm. Çünkü yaratıcı bir iş çıkarmanıza
en yatkın zemin, kurgudur. Önceden yazarak hazırlanmak, sonradan senaryoyu
kaleme almak, elbette çok tatmin edici bir duygu. Fakat yazarken bir film
üzerinde doğrudan çalışmış olmazsınız. Filmin çekimi başladığındaysa, bir sanat
eseri yaratmak için tasavvur edebileceğiniz en ağır koşullarla baş başa
kaldığımızı bilirsiniz. (Stanley Kubrick)
Kubrick’in İlk İşleri
Day of the Fight: 1951 yılında çektiği
16 dakikalık siyah-beyaz kısa film. Kubrick’in aklına bir film çekme fikri,
eski bir arkadaşının tek bir belgesel bölümü çekebilmek için $40.000 harcadığını
öğrendiğinde belirmiştir. Ardından kendi hesaplarını yaparak aynı filmi $1.500’e
çekebileceğini düşünmüş ve henüz 21 yaşındayken biriktirdiği para ile kamera kiraladığı
mağazanın görevlisinden kamerayı nasıl kullanacağını öğrenerek işe koyulmuş.
Walter Cartier isimli orta sıklet bir boksörün bir maç gününü anlatır. Look
dergisinde çalışırken çektiği boksör fotoğraflarından esinlendiği söylenir. Fonografik
estetiğiyle göze çarpan, izlemesi kolay bir belgesel niteliği taşır. Yönetmenlikten
montaja, sesten görüntü yönetmenliğine kadar herşeyi kendisi yapmıştır. Film,
RKO adlı bir şirket tarafından satın alındı ve New York’taki Paramount
sinemasında gösterilerek Kubrick’e ufak bir kar getirdi. IMDB’den izlemek mümkün.
Flying Padre: Kubrick’in 1951’de
yaptığı 9 dakikalık kısa film. RKO, bu belgeseli çekmesi için teklif yapar
Kubrick’e. New Mexico’lu bir rahibin ve flying padre isimli uçağının
siyah-beyaz çekilmiş kısa öyküsü. Daha sonra Kubrick, kendisinin de bu çalışmayı
beğenmediğini itiraf eder.
The Seafarers: 1953 yapımı,
renkli, 30 dakikalık kısa film. Aynı zamanda uluslararası gemici sendikasının
renkli tanıtım belgeselidir.
Muhtemelen son 30 yılın en bağımsız
sinemacısı, sadece stüdyo sisteminin içinde çalışmış olanı Stanley Kubrick’tir.
Onun bağımsız olmadığını mı söyleyeceksin? Filmleri 30, 40, 50 milyon dolara
mal oluyor (bu paralar o dönem için muazzam) ve Warner Brothers senaryoyu bile
göremiyor. (Alan Rudolph)
Unfinished Projects – Bitiremediği Projeleri
Kubrick’in ölümunun ardından, şatosunda
sakladığı kutulardan binlerce notlar, kitaplar ve resimler ortaya çıktı. Sonuçta
yüzlerce fikir, ön çalışma, çekim planları bulundu.
Artificial Intelligence: Ölümü
nedeniyle Steven Spielberg tarafından tamamlandı ve Kubrick’e ithaf edildi. Kubrick
zaten Spielberg ile film adına sık sık bir araya gelmiş, fikir alışverişinde
bulunmuştu. Ölümünün ardından Spielberg, Kubrick’in bu film ile ilgili
çalışmalarını aldı ve kendi çalışmalarıyla fikirlerini katarak filmi tamamladı.
Sonuçta ortaya kalbur üstü iyi bir bilimkurgu filmi çıktı.
Arayan Papers: 2. Dünya Savaşı’nda
yaşanan soykırım üzerine bir film olacaktı. Fakat 90’lı yıllarda Spielberg,
Schindler’s List’i çekince vazgeçti. Çünkü hemen hemen aynı yılları anlatacaktı
film. Film hakkındaki belgelerden biri de başrol için düşündüğü Joanna ter
Steege ile yaptığı fotoğraf çekimi. İnternette bulmak mümkün.
Napoleon: Birçok sinemacıya
göre, tarihin çekilemeyen en büyük filmi olarak adlandırılmıştır. Bunun nedeni
de çoğu sinemacının artik internette de bulunabilen senaryoyu, resimleri ve taslakları
görüp okumuş olmasıdır. Bu film için 500’e yakın kitap okumuş. Napoleon’un yaşadığı
bölgeleri gezip, fotoğraflar çekmiş, binlerce sayfa not almış. Başrol için Jack
Nicholson’ı düşünmüş. Stüdyolar filmin bütçesinin muazzam büyüklükte olacağını düşünmüş
ve Kubrick de bu nedenden ötürü projeden vazgeçmiş. Ama bir gün bu filmi
çekecek yeterli teknolojik olanakların olacağına hep inanmış ve o günleri
beklemiş.
Onun için dahi
diyorlar. İnanın bu söz bile az kalıyor (Jack Nicholson)
Fear and Desire (1953)
- İlk filmi Fear and Desire’ı çekmek için
arkadaşlarından ve akrabalarından borç para aldı. Hatta babasının hayat sigortasını
nakde çevirdiği bile söylenir. Filmin yapımcılığını, yönetmenliğini, görüntü yönetmenliğini
ve montajını kendisi yaptı. Kubrick’in bu filmi hiç sevmediği bilinir. Daha
sonra filmi kimsenin görmemesi için bütün kopyalarını toplattırmıştır.
- Senaryosunu Howard Secker’in kaleme aldığı
film, konusu itibariyle Paths of Glory’e öncülük eder. Savaşın devam ettiği bir
ormanlık alanda, bir kaç üniformalı askerden oluşan bir grubun kaçmaya başlamaları
ve düşman karargâhına yaklaştıklarını fark edip, orda düşman generalini görmeleriyle
ona suikast planlamaya çalışmaları anlatılıyor.
Killer’s Kiss (1955)
Toplam 67 dakika süren siyah – beyaz
kara film bir kara filmdir Killer’s Kiss. Kubrick yazıp yönetmiştir, Frank
Silvera, Irene Kane ve Jamie Smith başrolü paylaşmıştır. 1959’da Locarno Film
Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü almıştır bu filmiyle. 1955’de tanıdıklarına
borçlanarak yaklaşık $40.000’a ikinci uzun metrajlı filmi olan Killer’s Kiss’i çekti.
Bu filmi yaparken de kaynakları sınırlıydı. Hatta Kubrick bu filmi yapmak için
işsizlik maaşı almıştır diye de söylentiler vardır. Bu filmi tamamladığında
yaşı 27’dir.
İç içe geçen geri dönüşler ile anlatılan
öykünün sağlam sinema dili hemen dikkati çekiyordu. Boksör Dave Gordon, karşı
evde oturan Gloria’nın bir adamla kavga edişine tanık olup, onu kurtarmaya
niyetleniyor. Bu insani çıkış, pek çok entrikayı, karanlık olayları ve tuhaf
bir aşk ilişkisini beraberinde getiriyor. Gloria dans salonunda çalışan kiralık
partner. Patronunun ona duyduğu saplantılı aşk, Dave’in hayatını tehlikeye
sokuyor, menajerinin ölümüne neden oluyor. Finalde iki sevgili, belki de yeni
bir hayata başlama umuduyla Dave’in kırsalda yaşayan ailesinin yanına doğru
yola çıkıyordu.
Belki kulağa saçma gelecek ama, bir genç yönetmenin yapması gereken en iyi şey eline bir kamera ve biraz da film negatifi almak ve hangi tür olursa olsun, bir film çekmektir. (Stanley Kubrick) |
Hikâyenin ilk basamaklarını
unutmadan; klasik anlatının temellerini zayıflatmak için uğraşmış yönetmen.
Flashback tekniğinin temelini atmış. Başka resimlerle gözü kandırırken, ses ile
kendi hikâyesini kurmaya çalışmış. Mesela balerin sahnesi, resim ve anlatılan hikâyenin
uyuşması için düzenlenen bir sahnedir. Ailesi uğruna kariyerini feda eden ablasının
intiharını anlatan genç kızın sesi üzerine, sadece sahnede bale figürleri
sergileyen ablasının görüntülerinin çıkması, önemli bir anlatım metodu. Filmin
de en çok beğenilen sahnesidir. Kubrick ışıkla oynama yeteneğini bu sahnede göstermiştir.
Bu sahne dışında,
yine filmde cadde boyunca kullanılan kaydırmalı çekimler gayet başarılı
bulunmuştur. Bu tarz sahneleri zaten ileride, kariyerinin en iyi işlerinde tekrarlayacaktır
Kubrick. Burada ise ilk defa görürüz. Geriye dönmeli anlatışlar (flashback) ve
bu resimlemeler filmin önemli bir parçasıdır. Birde, Hitchcock’un sık kullandığı
bir teknik olan, bir konuşma esnasında görüntünün başka bir yere odaklanması
olayını bu filmde kullanmıştır yönetmen. Boksörümüz telefonda konuşurken camın
diğer tarafında soyunan kadına odaklanır kamera.
Boksörün dövüşme
sahnelerinde düşük prodüksiyon ve sesin yükseltilmesi sonucu seyirciyi kendine bağlayan
sahneler yakalanmış. Aksi durumda büyük bir yapım olmadığı için bunu başarmak
zor. Burada bir hile kullanıyor Kubrick. Daha önce çektiği Day of the Fight kısa
filminde de bir boksörün bir maç gününü anlattığından, boks sahnelerinde sesi yüksek
tutarak ve arşivden de görüntüler kullanarak sahneleri zengin kılıyor. Yoksa
bir boks sahnesini çekecek bütçesi zaten yoktu ama buradaki işin altından başarıyla
kalkmıştır. Sonuç olarak kısıtlı bütçe ile kaliteli sahneler çekmenin tam
karşılığı budur.
Manhattan sokakları,
damlardaki kovalama ve finaldeki manken fabrikasında geçen sahneler de gayet
başarılıdır. Hele bu son sahne, sanki arenada dövüşen gladyatörleri anımsatır
bize. Birinin elinde balta, diğerinin elinde mızrağa benzeyen bir cisim ve çevrelerinde
yüzlerce cansız manken vardır. Gerçekten çok akıllıca düşünülmüş bir mekân.
Bazı yönetmenler
filmlerinde çevrelerindeki dünyayı taklit etmekle yetinirken, bazı yönetmenler
ise perdede kendi dünyalarını yaratırlar. İşte Stanley Kubrick tam anlamıyla
kendi dünyasını yaratan yönetmenlerdendir. (Andrey Tarkovski)
Not: The Killing, Paths of Glory & Spartacus'u içeren 2. Kubrick yazımda yakında buralarda yerini alıcaktır.