Wednesday, August 20, 2014

STYLISH VAMPIR FILMI THE HUNGER (1983)

STYLISH VAMPIR FILMI
THE HUNGER (1983)

Ölümsüzlüğün değil, ölmekte olan bir vampirin trajedisi.

Vampir filmleri 70'li yılların sonuna doğru bu türün klişelerinden kurtulmaya çalışıyordu. Smokinli, pelerinli, Doğu Avrupa aksanlı vampirleri geride bırakmaya çalışıyorlardı. Orta Çağ'ın kasvetli ortamı, gotik binalar, dantelli ağır elbiseler artık düşünülmüyordu. Sadece ortak noktalar diyebileceğimiz sonsuz yaşam ve kan metaforları sabit kalmıştı. Bu vampir filmleri ana akım sinemadan ziyade genelde B movie film türünde yer alsa da, ana akım sinemacılarında kullandığı bir alttür oldu. Bu alttür kendi içinde değişik türler de barındırıyor. Bunların başında Kadın vampir filmleri geliyor. Nedir bu filmler? Bu filmlerin genel şeması, kadın vampirin doğal düzeni tehdit eden bir unsur olarak sunulması ve daha sonra da, bu kadın vampirin yok edilmesiyle birlikte doğal düzenin yeniden tesir edilmesi olarak düşünebiliriz. The Hunger, tam da böyle bir filmdir. Vampir dişleri, sarımsak ve haç da yoktur. Hatta vampir lafı bile geçmez. Bu yüzden "Revizyonist" diye tabir edilen vampir filmlerinden biridir. Şimdiye dek çekilmiş en estetik vampir filmidir ayrıca. Görselliği, gerilimi, erotizm ve gotik unsurların dozunda kullanıldığı, 80'leri çok iyi resmeden kült film. Metropol insanlarının hayvani güdülerle kendinden geçtiği gece klübündeki açılış sahnesinden başlıyarak, ucu açık bırakılan finaline kadar sürükleyici bir başyapıt. Bol vatkalı, bol derili, kabar kabar saçlı ve müzikleriyle buram buram 80'ler kokan bir masterpiece.


Vampir temasının, popülerizme bulanmamış haliyle (twilight, vampire academy vs.) yansıtıldığı filmlerden biridir ayrıca.  Şimdiki vampirlere göre çok daha fazla duygu derinliği barındırması ve vampirden çok insani özelliklere çok daha yakın olması, The Hunger'ı türevlerinden ayırır. Vampirlerimiz, bu filmde hallerinden mutlu değiller gibi, hayatlarının daha çok trajik boyutunu yaşıyorlar. Sonsuzluğun bir mutluluk değil aslında bir ızdırap olduğu gerçeği kabullenilmiş. Vampirler sonsuzlukta lanetlenmiş ve ebediyen bu acıyı çekecekler. Şimdiki vampir anlayışına göre fazlaca farklı ve doyumsuz değiller. Az beslenen ama beslenirken o hazzı şimdiye göre çok daha fazla doruklarda hisseden bir yapıdalar.


Film, Bauhaus'tan "Bela Lugosi's Dead" şarkısı ile açılış yapar. Bir vampir filmine yapılmış en ironik giriştir bu sahne. Müzik ve sahnenin bütünlüğü ve ritmi açısından en sevdiğim açılış sahnelerinden biridir sinema tarihindeki. Modern zamanın gotik prensesi Miriam rolünü Catherine Deneuve canlandırıyor. Miriam kana tutkun ve sonsuz ömürle lanetlenmiş aşklar biriktiriyor. Kanının nüfuz ettiği bedenler bir daha eski haline gelmiyor. Vampirimizin sevgilisi Johjn olarak David Bowie'yi görüyoruz. Diğer başrolde Susan Sarandon, Miriam'ın muhteşemliği karşısında kayıtsız kalamıyor ve acımasız vampirin son aşkı oluveriyor. Miriam ve John, Manhattan'da yaşamakta, aynı zamanda klasik müzik dersleri vermektedirler. Miriam eski Mısır'dan gelme bir vampir, aşkı John'a sonsuz yaşamı çok önceden vaad etmiş ve her defasında hatırlatıyor: "Forever and ever". Şehvet ve tutku, kan, müzik derken John hesaptan olmayan bir şey fark ediyor: John yaşlanıyor, hem de çok hızlı bir şekilde. Miriam ona sonsuz yaşamı vermiştir fakat sonsuza kadar gençliği vermedğini söylememiştir. Modern zamanlara kadar yaşamayı başarmış vampir Miriam, büyük bir aşk koleksiyonuna sahip. Aşkları çok yaşlı ve hepside çok aç. Onlarca tabuttan farklı bır aşkı yatar ve hepsi de yaşıyordur. John hızlı bir şekilde yaşlanınca onuda diğerlerinin yanına götürüp tabutuna yatırır. Aşk olmadan asla yaşayamayan vampir Miriam'ın bukez yeni aşkı yaşlılık hekimi Sarch Roberts'dır. Filmimiz, vampir türünü eşcinsel ilişkilerin içine sokmayı deniyor ve haylide başarılı oluyor ve burdan sonra lezbiyen vampir filmine dönüşür. O dönem lezbiyen seks sahneleri çok konuşulmuştu. The Hunger, karanlık ve stilize atmosferi, karşıt kültür öğeleri, lezbiyen alt metni ve çarpıcı kadrosu sayesinde popülerleşmiş bir kült  korku klasiği.


Öncelikle sahne geçişleri çok başarılı yapılmış. Filmin belli bir başlangıcı yok. O yüzden hikayeyi bütün ve anlamlı bir haline getiren sahne geçişleri oldu. Aynı zamanda izlenilirliği artırdı. Hemen hemen her ana eşlik eden klasik müzik ve değişik gerilim anlarında arka fonda duyulan müziklerde filmin gizemli havasını tamamlıyor. Kan, şarap ve klasik müzik, piyano, çello, keman, büyük odalar ve heykelleri ile oluşturulan set dekorasyonu bir düş izlenimi uyandırarak bizleri mistik bir atmosfere sokuyor. Bu anlamda, fantastik yoğunluğu olan bir film. Ayrıca yaratılan bu atmosfer ile sanki bir post-punk grubun müzik videosu havasında geçer film. Yönetmen Tony Scott'ın bu ilk işinden önce, müzik video piyasasında da çalıştığını öğreniyoruz ve o sektördeki tecrübesini ilk uzun metrajına başarıyla taşımış. Tony Scott daha o zamandan görselliğe/ atmosfere ve renklere ne kadar hakim olduğunu göstermiş, kanıtlamış bu ilk uzun metraj çalışmasında. Sanırım, Tony Scott için bu hikayenin en korkutucu yanı, yılların güzelliği mağlup etmesiydi. Zira bildik klişelerin yaratması gereken korkunun yerini burada ölüm ve yaşlanma korkusu almış. Onca yıldır önü kesilmiş, engellenmiş yıllar bir anda bastırır, güzelliği yer bitirir ve güzelliğin sahip olduğu gücü de sıfıra indirir. Yaşlılığın bir anda ortaya çıkması yılların onlardan aldığı intikamı simgeler.


80'ler New York underground'u, punk, vampir mitolojisi ve metaforunu bin bir farklı okumasıyla kendi zaman/mekanına uyarlaması, tuhaf kamera ve kurgusu, başarılı müzikleri, sanat ve görüntü yönetimiyle tüm zamanların en iyi ve sıra dışı vampir filmlerinden biri. Bir diğeri için Interview with the vampire örnek gösterilebilir ya da yakın dönemden only lovers left alive.