Sunday, November 20, 2011

The Deer Hunter (1978)


DOSTLUK ÜZERİNE YAPILMIŞ EN ETKİLEYİCİ FİLM: THE DEER HUNTER (1978)



Yönetmen: Kariyerinde sadece 7 film bulunan, Heaven’s Gate (1980) filmi ile United Artists film şirketini iflasa sürükleyen, en iyi filmi bu film olan (nitekim en iyi yönetmen Oscar'ını almıştır bu filmde) Michael Cimino, günümüzde hiçbir yapım şirketinin çalışmak istemediği bir yönetmen. Tabii ki bunu Heaven’s Gate faciasına ve geçmişte çekip, gişede başarısız olan The Sicilian, Desperate Hours ve The Sunchaser filmlerine de borçludur. Yalnız bu filmdeki kurgusu, yalın anlatımı ve geçişleri ile gerçekten çok başarılı bir işe imza atmış, yetenekli olduğunu kanıtlamıştır İtalyan asıllı Cimino.


Oyuncu Kadrosu: Böyle bir casting yok! Robert De Niro başrolde döktürüyor. Bu filmdeki rolüne hazırlanmak için, Bob takma adı ile kısa süre de olsa gerçek çelik işçileri ile beraber çalışmış ve kimse onun De Niro olduğunu fark etmemiş. Esir kampı sahnelerinde, yediği her dayak ve tokattan sonra yarı öfkeli, yarı gülen yüzlü, içinde bulunduğu durumu mimikleriyle aktaran, “mükemmel performans” tanımının ta kendisidir. Bir röportajında “Hayatımda etkisinden kurtulamadığım tek filmim” demiştir kendisi.


Christopher Walken bu filmdeki performansı ile Oscar’ı alıyor. Filmin başında neşeli, hep gülen Nick rolünden, filmin sonunda Rus ruleti oynattırılan Nick’e dönüşüm sürecini öyle bir canlandırmıştır ki, bir nevi oyunculuk dersidir Walken’in performansı. Meryl Streep’in gençlik halleri gözümüze çarpar filmde ve o da bir Oscar adaylığı kazanır performansı ile. Yan rollerde de kendisinden beklenmeyen başarılı performansı ile Jon Savage, George Dzundza ve kemik kanserinden vefat etmeden önce bu filmde oynayan John Cazale bulunuyor. (Yönetmen Cimino, Cazale’in hastalığını bildiğinden, ilk önce onun sahnelerini çekmiş.) Bütün oyuncu kadrosu çok ama çok başarılı, hatta savaş esirlerini tokatlayıp, Rus ruleti oynamaya zorlatan Vietkong askerleri bile çok başarılı. Zaten filmin durağan kısımlarını, oyunculukları ile kurtarır The Deer Hunter.


Temel Bilgiler: Film, Erich Maria Remarque’ın 1. Dünya Savaşı’nda geçen ve bir askerin anılarına dayanan Drei Kameradan adlı eserinden esinlenilmiştir. 1996 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından “kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli” filmler arasına seçilerek, ABD Ulusal Film Arşivi’nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir. 9 dalda Oscar adayı olmuş ve bunlardan 5’ini kazanmış: En iyi film, en iyi yönetmen, kurgu, ses ve en iyi yardımcı erkek oyuncu (Christopher Walken). IMDB top 250’de 134. sırada bulunmakta şu an itibariyle.

Film, ABD’nin Pensylvania eyaletinde, nüfusun önemli bir bölümünü Ortodoks –Rus göçmenlerin oluşturduğu küçük bir endüstri kasabasında geçiyor. İşçi sınıfına mensup Rus kökenli 3 arkadaşın küçük kasabalarındaki yaşamlarına, Vietnam Savaşı’nda görev almalarına ve geri geldiklerinde yaşadıkları sıkıntılara tanık oluruz filmde. Zaten böyle bir açıdan bakarsak, film karakterleri savaş kahramanı değil, savaş sonrası perişan hale gelmiş birer kayıp olarak anlatır bize. Yani filmin asıl derdi anti-militarizm mesajı vermek, ya da savaşı eleştirmek değildir. Yönetmen savaş gibi basit olabilecek bir eleştirinin altına, daha derinine inerek, arkadaşlık kavramlarını vurguluyor. Yani bütün o savaş ve eleştiriler bir nevi bahane gibi kalıyor filmde. Biraz açmak gerekirse; filmin savaş ve sonrasındaki ağırlığı ve gerçekçiliğini ortaya çıkarmak için filmin başındaki düğün sahnesini ele alalım. Bu sahne uzun olsa da, bireyleri ve arkadaşlığı yansıtır. Özetle, konu Vietnam Savaşı gibi görünse de, filmin tamamına hâkim olan konu arkadaşlık ve yabancılaşma kavramlarıdır. Yabancılaşmayı değişim olarak da adlandırabiliriz bence. Bu değişim filmin kurgusu ile çok başarılı bir şekilde anlatılmıştır. Şöyle ki; filmin başı, yani savaş öncesi müthiş eğlenceli, enerjik ve coşkulu iken, savaş sonrasında temposu düşük, karamsar bir film halini alıyor. Uzun düğün sahnesi ve filmin sonu, uçuk birer tezat. “Bu insanların yaşamları buralara sürüklenemez, olmamalı, bu hale gelmemeli” izlenimini yaratıyor. Bu açıdan epik film koşullarını da yaratarak tam bir başyapıt halini alıyor film.


Aslında filmin alt metininde önemli bir başka vurgu da var: Rus göçmenlerin ‘gerçek’ Amerikalılar gibi olmak istemeleri, yani o ülkeye uyum sağlamak için her şeyi yapabilecekleri, orduya bile girebilecekleri, böylece o ülkenin bir parçası olacaklarına inanmaları. Finaldeki ‘God Bless America’ şarkısını söylemelerini de buna yorabiliriz. Ama aynı zamanda etnik kökenleri unutmayan bir topluluk karşımızdaki. Çünkü düğün sahnesinde bütün o geleneklerine uygun kutlamaları yaparken görebiliyoruz bu karakterleri. Yani “biz bu ülkenin parçasıyız ama kökenimiz de bu” mesajını veriyorlar. Aynı zamanda “geleneklerimizden de taviz vermeyiz” diyorlar.

Filmde tuhaf gelebilecek bir durum var. Bu Rus kökenli karakterlerin aileleri zamanında Bolşevikler’den kaçıp Amerika'ya gelen ailelerin torunları. Ama simdi savaşta komünistlere karşı savaşarak, bir dönem ailelerinin ait olduğu bir kuram ya da kavrama karşı mücadelenin içinde kendilerini bulmaları, gayet ironik bir durum.

Film öyle imgeler ve alt metinler barındırıyor ki; izledikçe ve anladıkça film daha zevkli bir hale gelip, gözünüzde Tanrı’laşabiliyor.


Bir başka önemli olduğunu düşündüğüm durum da filmin bireyden topluma doğru gelişimi durumudur. Filmin başındaki av sahnesine bakın. Michael (De Niro) karakteri sırf zevk için geyiği vurur. Umursamaz o geyiğin ölümünü. Sonrasında savaş sahnelerinden birinde Vietnam askerleri sivillerin gizlendiği bir barakaya el bombaları atar ve kurtulan anne ve bebeğini tam öldüreceklerken Michael Vietnam askerini lav makinesi ile yakar. Bu sahneden sonra Michael ölümü ve öldürme düşüncesini anlar, bu vahşetin farkına varır. Zaten eve döndükten sonra bir daha geyik avlayamaz. Michael can almaktan uzaklaşır bir nevi. Yani ‘Neden öldü bunca insan?’ sorusu sorulurken, av savaşa, geyik insana ve ölüme dönüşür bir nevi. 3 arkadaş savaş kahramanına dönüşür. Yani filmde mikrodan makroya dönüşler gözlemlenir. Bu tarz geçişler oluşur filmde.


Askere gidecek olan 3 genç (Walken, de Niro, Savage) kasabadaki yakın dostları ile son defa eğlenmek için arkadaşlarının barına giderler. Barı işleten arkadaşının piyano başına geçip de hüzünlü bir şarkı çalmaya başlaması ile hepsi bir anda uzaklara dalarlar. Şarkı yavaş yavaş biterken, arkadan bomba ve makineli tüfek sesleri gelir; evet, onlar artik Vietnam'da savaşıyorlardır. Bu izlediğiniz 15 saniyelik görüntü, sinema tarihindeki en iyi geçişlerden biridir ve siz de izleyici olarak o geçişe şahit olmuşsunuzdur.

Savaş Öncesi (Düğün): Bütün bu düğün öncesi ve düğün sonrası sahneler, aşırı derecede önemli. Savaş öncesindeki karakterlerin bütün o eğlenceli hallerini yansıtır. Savaşın sonunda karakterlerin savaş öncesindeki hallerinden eser kalmadığını, nasıl değiştiklerini görmek ve gözlemlemek açısından büyük önem taşır.

Yalın bir gerçeklik duygusu ve etkileyici oyunculuk performanslarıyla göze çarpan filmin ilk bölümlerinde yer alan ve yaklaşık 45 dakika uzunlukta olan düğün sahnesi (bütün düğün çekimleri 5 gün sürmüş),  Amerika’da kendi kültürlerini yaşamaya çalışan insanlara ilişkin bir belge gibidir. Düğünde ayrıca Vietnam'dan yeni gelmiş olan bir subayı da görürüz, bakışları ve hareketleri bile orada neler olduğunu çok iyi özetlerken, bizim kafadarlar bunu umursamazlar çünkü aşırı derecede sarhoşturlar o sırada, hatta de Niro askere içki ısmarlamaya çalışırken dalga bile geçer.


Günümüz filmlerinde bolca kullanılan “foreshadowing” metodunun, yani ‘bir hikâyede ileride olacak herhangi bir olayın önceden küçük ipuçlarıyla belirtilmesi’ olayının en sarsıcı örneklerinden biri, bu filmdedir. Düğün sahnesinde gelinin gelinliğine damlayan içkinin kırmızı damlaları, ileride yaşanacak vahşetin habercisidir.

Savaş Sonrası: Karakterlerimiz Vietnam’da esir düşünce zorla Rus ruleti oynattırılırlar. Bu da onları delirtir, özellikle de Nick’i (Walken). Bir kere ölümü atlattın mı, artık ondan korkmaz hale gelip, hayatla olan bütün ilişkini kesersin. Film bize savaştaki bu sahneleri ile Rus ruletini bu mesajla anlatırken, kamptan kurtulsalar da Nick artık eski o neşeli çocuk değildir. Saygon’daki hastanede boş gözlerle cesetlere bakarken, kimlik tespiti için bir subay gelir ve ona soyadını sorar. O da ‘Chevatarevich’ der. Subay bunun nasıl bir isim olduğunu sorduğunda “It’s American” der boş boş bakarak. Ardından Saygon caddelerinde dolaşırken, bir gece silah sesi duyar. Önce korkar, sonra o sesi takip eder. Rus ruletinin yapıldığı yasadışı bir ortamda bulur kendini. Artık onun yeni evi burasıdır. Uyuşturucu ile oynatılır, ölümden korkmayan yapısı ile bahisçilerin gözbebeği olurken, kazandıklarını ülkeye gönderilen gazi arkadaşı Steven’a (Savage) gönderir. Vietnam’dan ilk dönen de odur (o kim? Steven mı?). Michael (De Niro) da Steven’ı ziyaret sırasından Nick’in yaşadığını öğrenmiştir. Saygon’a geri dönerek, Nick’i geri getirmek istemektedir. Ama Nick geri dönmek, yani eski yaşamına dönmek istememektedir. Zaten ilk başta Michael’ı tanıyamaz, çünkü uyuşturuculardan uçmuştur. Michael ise onu ikna etmeye, eve götürmeye çalışırken, evlerindeki dağları, ortamı, geyik avlarını anlatır ve oradaki diyaloglarda geçen ‘tek kurşundan’ (one shot) bahseder. Michael resmen yalvarmaktayken, Nick’in aklına one shot gelir ve Rus ruleti masasında ‘one shot!’ diyerek umarsızca tetiği çeker. Evet, artık Nick yoktur. Michael evine döner ve arkadaşları ile barda dolanır. Film burada biter. Hepsi üzüntülü bir şekilde ‘God Bless America’ şarkısını söylerler. Kimilerine göre bu son olmamıştır, ya da çok Amerikan milliyetçiliği kokuyordur.


-        Film genel anlamda dostluk, arkadaşlık alt metinde yerini alırken, hep bir paylaşım, hep bir beraberlik havası hakimdir filmde. Başındaki düğünden tutun da beraber yaptıkları geyik avlarına, savaşta beraber çarpışmalarından tutun da filmin sonunda barda toplanmalarına kadar. Hatta filmde savaş yoktur, Vietnamlılar bile yoktur. Amerikalılar’ın savaş sonrası geçirdikleri travmalar vardır. Savaş sonrası değişimleri vardır ama, buna rağmen ‘God Bless America’ demeye devam ederler. İşte bu yüzden bana göre filmin sonundaki bu sahne absürd değildir, aksine cuk oturmuştur.