Sunday, November 20, 2011

The Deer Hunter (1978)


DOSTLUK ÜZERİNE YAPILMIŞ EN ETKİLEYİCİ FİLM: THE DEER HUNTER (1978)



Yönetmen: Kariyerinde sadece 7 film bulunan, Heaven’s Gate (1980) filmi ile United Artists film şirketini iflasa sürükleyen, en iyi filmi bu film olan (nitekim en iyi yönetmen Oscar'ını almıştır bu filmde) Michael Cimino, günümüzde hiçbir yapım şirketinin çalışmak istemediği bir yönetmen. Tabii ki bunu Heaven’s Gate faciasına ve geçmişte çekip, gişede başarısız olan The Sicilian, Desperate Hours ve The Sunchaser filmlerine de borçludur. Yalnız bu filmdeki kurgusu, yalın anlatımı ve geçişleri ile gerçekten çok başarılı bir işe imza atmış, yetenekli olduğunu kanıtlamıştır İtalyan asıllı Cimino.


Oyuncu Kadrosu: Böyle bir casting yok! Robert De Niro başrolde döktürüyor. Bu filmdeki rolüne hazırlanmak için, Bob takma adı ile kısa süre de olsa gerçek çelik işçileri ile beraber çalışmış ve kimse onun De Niro olduğunu fark etmemiş. Esir kampı sahnelerinde, yediği her dayak ve tokattan sonra yarı öfkeli, yarı gülen yüzlü, içinde bulunduğu durumu mimikleriyle aktaran, “mükemmel performans” tanımının ta kendisidir. Bir röportajında “Hayatımda etkisinden kurtulamadığım tek filmim” demiştir kendisi.


Christopher Walken bu filmdeki performansı ile Oscar’ı alıyor. Filmin başında neşeli, hep gülen Nick rolünden, filmin sonunda Rus ruleti oynattırılan Nick’e dönüşüm sürecini öyle bir canlandırmıştır ki, bir nevi oyunculuk dersidir Walken’in performansı. Meryl Streep’in gençlik halleri gözümüze çarpar filmde ve o da bir Oscar adaylığı kazanır performansı ile. Yan rollerde de kendisinden beklenmeyen başarılı performansı ile Jon Savage, George Dzundza ve kemik kanserinden vefat etmeden önce bu filmde oynayan John Cazale bulunuyor. (Yönetmen Cimino, Cazale’in hastalığını bildiğinden, ilk önce onun sahnelerini çekmiş.) Bütün oyuncu kadrosu çok ama çok başarılı, hatta savaş esirlerini tokatlayıp, Rus ruleti oynamaya zorlatan Vietkong askerleri bile çok başarılı. Zaten filmin durağan kısımlarını, oyunculukları ile kurtarır The Deer Hunter.


Temel Bilgiler: Film, Erich Maria Remarque’ın 1. Dünya Savaşı’nda geçen ve bir askerin anılarına dayanan Drei Kameradan adlı eserinden esinlenilmiştir. 1996 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından “kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli” filmler arasına seçilerek, ABD Ulusal Film Arşivi’nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir. 9 dalda Oscar adayı olmuş ve bunlardan 5’ini kazanmış: En iyi film, en iyi yönetmen, kurgu, ses ve en iyi yardımcı erkek oyuncu (Christopher Walken). IMDB top 250’de 134. sırada bulunmakta şu an itibariyle.

Film, ABD’nin Pensylvania eyaletinde, nüfusun önemli bir bölümünü Ortodoks –Rus göçmenlerin oluşturduğu küçük bir endüstri kasabasında geçiyor. İşçi sınıfına mensup Rus kökenli 3 arkadaşın küçük kasabalarındaki yaşamlarına, Vietnam Savaşı’nda görev almalarına ve geri geldiklerinde yaşadıkları sıkıntılara tanık oluruz filmde. Zaten böyle bir açıdan bakarsak, film karakterleri savaş kahramanı değil, savaş sonrası perişan hale gelmiş birer kayıp olarak anlatır bize. Yani filmin asıl derdi anti-militarizm mesajı vermek, ya da savaşı eleştirmek değildir. Yönetmen savaş gibi basit olabilecek bir eleştirinin altına, daha derinine inerek, arkadaşlık kavramlarını vurguluyor. Yani bütün o savaş ve eleştiriler bir nevi bahane gibi kalıyor filmde. Biraz açmak gerekirse; filmin savaş ve sonrasındaki ağırlığı ve gerçekçiliğini ortaya çıkarmak için filmin başındaki düğün sahnesini ele alalım. Bu sahne uzun olsa da, bireyleri ve arkadaşlığı yansıtır. Özetle, konu Vietnam Savaşı gibi görünse de, filmin tamamına hâkim olan konu arkadaşlık ve yabancılaşma kavramlarıdır. Yabancılaşmayı değişim olarak da adlandırabiliriz bence. Bu değişim filmin kurgusu ile çok başarılı bir şekilde anlatılmıştır. Şöyle ki; filmin başı, yani savaş öncesi müthiş eğlenceli, enerjik ve coşkulu iken, savaş sonrasında temposu düşük, karamsar bir film halini alıyor. Uzun düğün sahnesi ve filmin sonu, uçuk birer tezat. “Bu insanların yaşamları buralara sürüklenemez, olmamalı, bu hale gelmemeli” izlenimini yaratıyor. Bu açıdan epik film koşullarını da yaratarak tam bir başyapıt halini alıyor film.


Aslında filmin alt metininde önemli bir başka vurgu da var: Rus göçmenlerin ‘gerçek’ Amerikalılar gibi olmak istemeleri, yani o ülkeye uyum sağlamak için her şeyi yapabilecekleri, orduya bile girebilecekleri, böylece o ülkenin bir parçası olacaklarına inanmaları. Finaldeki ‘God Bless America’ şarkısını söylemelerini de buna yorabiliriz. Ama aynı zamanda etnik kökenleri unutmayan bir topluluk karşımızdaki. Çünkü düğün sahnesinde bütün o geleneklerine uygun kutlamaları yaparken görebiliyoruz bu karakterleri. Yani “biz bu ülkenin parçasıyız ama kökenimiz de bu” mesajını veriyorlar. Aynı zamanda “geleneklerimizden de taviz vermeyiz” diyorlar.

Filmde tuhaf gelebilecek bir durum var. Bu Rus kökenli karakterlerin aileleri zamanında Bolşevikler’den kaçıp Amerika'ya gelen ailelerin torunları. Ama simdi savaşta komünistlere karşı savaşarak, bir dönem ailelerinin ait olduğu bir kuram ya da kavrama karşı mücadelenin içinde kendilerini bulmaları, gayet ironik bir durum.

Film öyle imgeler ve alt metinler barındırıyor ki; izledikçe ve anladıkça film daha zevkli bir hale gelip, gözünüzde Tanrı’laşabiliyor.


Bir başka önemli olduğunu düşündüğüm durum da filmin bireyden topluma doğru gelişimi durumudur. Filmin başındaki av sahnesine bakın. Michael (De Niro) karakteri sırf zevk için geyiği vurur. Umursamaz o geyiğin ölümünü. Sonrasında savaş sahnelerinden birinde Vietnam askerleri sivillerin gizlendiği bir barakaya el bombaları atar ve kurtulan anne ve bebeğini tam öldüreceklerken Michael Vietnam askerini lav makinesi ile yakar. Bu sahneden sonra Michael ölümü ve öldürme düşüncesini anlar, bu vahşetin farkına varır. Zaten eve döndükten sonra bir daha geyik avlayamaz. Michael can almaktan uzaklaşır bir nevi. Yani ‘Neden öldü bunca insan?’ sorusu sorulurken, av savaşa, geyik insana ve ölüme dönüşür bir nevi. 3 arkadaş savaş kahramanına dönüşür. Yani filmde mikrodan makroya dönüşler gözlemlenir. Bu tarz geçişler oluşur filmde.


Askere gidecek olan 3 genç (Walken, de Niro, Savage) kasabadaki yakın dostları ile son defa eğlenmek için arkadaşlarının barına giderler. Barı işleten arkadaşının piyano başına geçip de hüzünlü bir şarkı çalmaya başlaması ile hepsi bir anda uzaklara dalarlar. Şarkı yavaş yavaş biterken, arkadan bomba ve makineli tüfek sesleri gelir; evet, onlar artik Vietnam'da savaşıyorlardır. Bu izlediğiniz 15 saniyelik görüntü, sinema tarihindeki en iyi geçişlerden biridir ve siz de izleyici olarak o geçişe şahit olmuşsunuzdur.

Savaş Öncesi (Düğün): Bütün bu düğün öncesi ve düğün sonrası sahneler, aşırı derecede önemli. Savaş öncesindeki karakterlerin bütün o eğlenceli hallerini yansıtır. Savaşın sonunda karakterlerin savaş öncesindeki hallerinden eser kalmadığını, nasıl değiştiklerini görmek ve gözlemlemek açısından büyük önem taşır.

Yalın bir gerçeklik duygusu ve etkileyici oyunculuk performanslarıyla göze çarpan filmin ilk bölümlerinde yer alan ve yaklaşık 45 dakika uzunlukta olan düğün sahnesi (bütün düğün çekimleri 5 gün sürmüş),  Amerika’da kendi kültürlerini yaşamaya çalışan insanlara ilişkin bir belge gibidir. Düğünde ayrıca Vietnam'dan yeni gelmiş olan bir subayı da görürüz, bakışları ve hareketleri bile orada neler olduğunu çok iyi özetlerken, bizim kafadarlar bunu umursamazlar çünkü aşırı derecede sarhoşturlar o sırada, hatta de Niro askere içki ısmarlamaya çalışırken dalga bile geçer.


Günümüz filmlerinde bolca kullanılan “foreshadowing” metodunun, yani ‘bir hikâyede ileride olacak herhangi bir olayın önceden küçük ipuçlarıyla belirtilmesi’ olayının en sarsıcı örneklerinden biri, bu filmdedir. Düğün sahnesinde gelinin gelinliğine damlayan içkinin kırmızı damlaları, ileride yaşanacak vahşetin habercisidir.

Savaş Sonrası: Karakterlerimiz Vietnam’da esir düşünce zorla Rus ruleti oynattırılırlar. Bu da onları delirtir, özellikle de Nick’i (Walken). Bir kere ölümü atlattın mı, artık ondan korkmaz hale gelip, hayatla olan bütün ilişkini kesersin. Film bize savaştaki bu sahneleri ile Rus ruletini bu mesajla anlatırken, kamptan kurtulsalar da Nick artık eski o neşeli çocuk değildir. Saygon’daki hastanede boş gözlerle cesetlere bakarken, kimlik tespiti için bir subay gelir ve ona soyadını sorar. O da ‘Chevatarevich’ der. Subay bunun nasıl bir isim olduğunu sorduğunda “It’s American” der boş boş bakarak. Ardından Saygon caddelerinde dolaşırken, bir gece silah sesi duyar. Önce korkar, sonra o sesi takip eder. Rus ruletinin yapıldığı yasadışı bir ortamda bulur kendini. Artık onun yeni evi burasıdır. Uyuşturucu ile oynatılır, ölümden korkmayan yapısı ile bahisçilerin gözbebeği olurken, kazandıklarını ülkeye gönderilen gazi arkadaşı Steven’a (Savage) gönderir. Vietnam’dan ilk dönen de odur (o kim? Steven mı?). Michael (De Niro) da Steven’ı ziyaret sırasından Nick’in yaşadığını öğrenmiştir. Saygon’a geri dönerek, Nick’i geri getirmek istemektedir. Ama Nick geri dönmek, yani eski yaşamına dönmek istememektedir. Zaten ilk başta Michael’ı tanıyamaz, çünkü uyuşturuculardan uçmuştur. Michael ise onu ikna etmeye, eve götürmeye çalışırken, evlerindeki dağları, ortamı, geyik avlarını anlatır ve oradaki diyaloglarda geçen ‘tek kurşundan’ (one shot) bahseder. Michael resmen yalvarmaktayken, Nick’in aklına one shot gelir ve Rus ruleti masasında ‘one shot!’ diyerek umarsızca tetiği çeker. Evet, artık Nick yoktur. Michael evine döner ve arkadaşları ile barda dolanır. Film burada biter. Hepsi üzüntülü bir şekilde ‘God Bless America’ şarkısını söylerler. Kimilerine göre bu son olmamıştır, ya da çok Amerikan milliyetçiliği kokuyordur.


-        Film genel anlamda dostluk, arkadaşlık alt metinde yerini alırken, hep bir paylaşım, hep bir beraberlik havası hakimdir filmde. Başındaki düğünden tutun da beraber yaptıkları geyik avlarına, savaşta beraber çarpışmalarından tutun da filmin sonunda barda toplanmalarına kadar. Hatta filmde savaş yoktur, Vietnamlılar bile yoktur. Amerikalılar’ın savaş sonrası geçirdikleri travmalar vardır. Savaş sonrası değişimleri vardır ama, buna rağmen ‘God Bless America’ demeye devam ederler. İşte bu yüzden bana göre filmin sonundaki bu sahne absürd değildir, aksine cuk oturmuştur.







Tuesday, October 11, 2011

Blow (2001)



BLOW (2001)



Her zaman aklımın bir ucunda olucak olan Providence - Avalon tayfasına…

Otobüs ile Providence’dan New York’a giderken, otobanın bir tarafında, muhtemelen Connecticut civarindaki Danburry'de büyük bir hapishane var. İşte Boston George abimizin kaldığı mahpushane de orası. Blow’u çok kez izledim fakat oradan geçerken tekrar aklıma takildi ve efsane sözleri ile blog’da yerini almalı diyerekten başladım karalamaya… Eee ne de olsa kişisel koleksiyonumda yer alan, arkadaş ortamında izlenebilecek, ortama iyi gelebilecek bir film Blow. (Blow, İngilizce argoda kokain anlamındadır. “I got nice blow”, yani “iyi malım var” diyerek dolaşırlar etrafta torbacılar)

George: This is Grade A 100% pure Colombian cocaine, ladies and gentlemen. Disco shit… (Bu gördüğünüz, birinci sınıf yüzde yüz saf Kolombiya kokainidir bayanlar & baylar. Disko malı…)


George Jung, küçük girişimci bir babanın oğludur. Ailesinin iki yakayı bir araya getirmekte ne denli zorlandığını görerek büyür ve bir yetişkin olarak asla maddi zorluklar yaşamamaya şartlar kendini. Kalifornia’ya göç eder ve orada uyuşturucu işine bulaşır. Sonuçta, bir yandan maddi açıdan başarı, bir yandan da hapis gelir. Kodeste tanıştığı biri, yeni yeni yaygınlaşmakta olan kokain pazarında birlikte iş yapmayı teklif eder ona. Serbest bırakılır bırakılmaz George Jung ya da nam-ı diğer Boston George, ABD’deki kokain piyasasında büyük oynamaya başlar ve kısa sürede pazarın %85’ini elde eder. Uyuşturucu George’a maddi anlamda çok şey getirse de asla onaramayacağı manevi birçok şeyi de ondan sonsuza dek alacaktır.

George: Danbury wasn’t a prison, it was a crime school. I went in with a Bachelor of Marijuana, came out with a Doctorate of cocaine. (Danbury bir hapishane değildi, orası bir suç okuluydu. İçeri girdiğimde Marijuana diplomam vardı, çıktığımda ise kokain konusunda doktora yapmıştım)

Konusunu bu şekilde özetleyebileceğimiz filmin başrolünde Johnny Depp gene çok cool. Yardımcı rollerde Penelope Cruz, Franka Potente ve George’un babası rolünde Ray Liotta’yı görüyoruz. George’un annesi rolündeki Rachel Griffits, bu filmde oğlunu oynayan Depp’den biraz büyük ama rolünde çok başarılı. Jordi Molla ve Paul Reubens ise abartili performanslar sergiliyorlar. Pablo Escobar rolünde ise, İbrahim Tatlıses’in gençliğini de oynayan, yan rollerin aranan adamlarından Cliff Curtis var. Yönetmen ise genç yaşta kaybettiğimiz, aşırı dozda kokain yüzünden kalp krizinden ölen Ted Demme.


Blow ne uyuşturucu kullanımına, ne uyuşturucu trafiğinin ardındaki kartellere, ne de uyuşturucuya karşı verilen mücadeleye yoğunlaşıyor. Evet, bu saydıklarım filmde yaşanan olaylar. Ama asıl mevzu, 60’lı yılların sonunda ufak bir marihuana satıcısı olan Boston George’un bazı tesadüfler ve zekâsı sonucunda, kendini ABD’nin kokain tekeli ilan edişi. Filmde yok yok: George’un gençliği, ota başlaması, efsanevi Escobar ile tanışması, ortağı ile ilişkisi, kadınlar ile ilişkisi, tutuklanması... 60’larda başlayan hikâye günümüze kadar gelmekte böylece.

George: We invented the market place. In fact, if you snorted cocaine in the late 1970's  or early 80's, there was an 85% chance it came from us. (Uyuşturucu pazarını biz yaratmıştık. Öyle ki 70'lerin sonunda ya da 80'lerin başında kokain kullandıysanız %85 olasılıkla bizden almışsınızdır.)



Blow ile ilgili en dikkatimi çeken unsur, George’un ailesi ile ilişkisi. Çünkü onlar gibi fakir kalmamak için, fakirlikten nefret ettiği için bu yola sapıyor. Ailesi film boyunca George’un hayatını zorlaştırıyor, özellikle annenin buradaki payı büyük. Fakat film bunu işaret eder gibi göstermiyor, didaktik bir şekilde yapıyor. Bu inişli çıkışlı hikâyeyi ekrana ustaca aktarıyor yönetmen Ted Demme. Bunda başarılı soundtrack’in de etkisi büyük. Çünkü kısa tutulmuş planlarla izleyiciyi sıkmadan finale kadar gelen film, sanki bir müzik klibi tadında… İşte bu yüzden de, Blow birçok konuya değinen ama derinlemesine çözüm önermeyen, derin mevzulara dokunmaya kalkışmadığı için gayet başarılı olmuş bir film. Bu yüzden de 90’lar ve milenyum neslinin kült filmlerinden biri olma yolundaki potansiyeli de giderek artıyor.




Johnny Depp, George karakterinde, 40 yıldır bu işlerle uğraşmış, binlerce insanı bu batağa çekmiş birini canlandırırken çok başarılı. Fakat film bittiğinde adama kızamıyor aksine tapıyorsunuz, sempati duyuyorsunuz. Filmi yapanlar da bu adamı sevmiş belli.



George: 15 kilos of cocaine? That’s nothing. I piss 15 kilos. (15 kilo kokain mi? Bu hiçbir şey değil. Ben 15 kilo kokain ......)



Filmin sonunda kızı hala onu görmeye gelmemiştir Danburry’e. Ziyaret etmemiştir hiç. Ama George aslında hep kızının iyiliğini isteyen, bunun için çaba veren bir babadır. Geçmişi kapatıp kızı ile temiz bir hayat yaşamak istemiştir hep. Ayrıca jenerikler girmeden hemen önce, gerçek George Jung’un yüzünü gösterir kamera bir kaç saniye kadar. İnsanın içini bir kötü ediyor bu fotoğraf karesi ve ondan sonra jenerik görünüyor.















Sunday, September 25, 2011

Koza (1995)


NURİ BİLGE’DEN İLK VE TEK KISA: KOZA (1995)



Nuri Bilge Ceylan’dan siyah beyaz çekilmiş bir kısa film. Yeniden birlikte yaşamayı deneyen ama başaramayan yaşlı bir çiftin hikâyesi. Diyalogsuz 18 dakika civarında bir kısa film var karşımızda. Oyuncular yönetmenin ailesinden (annesi ve babasi) Fatma Ceylan ve Mehmet Emin Ceylan. Yönetmenlik dışında filmin yapımcısı, senaristi ve sinematografisi de Ceylan’a ait. Karşımızda 48. Cannes Film Festivali’nde, kısa film yarışmasında boy göstermiş bir film var. 35mm’lik formatta çekilen filmin kısa ama öz müzikleri V. Artyomov’a ait. Aslında Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak ile taşra üçlemesinin kısa ama öz bir parçası diyebiliriz bu kısaya. Zaten Uzak filminin dvd’sinde bulabilirsiniz filmi.



Durağan görüntüler eşliğinde diyalogsuz ilerleyen bu kısa film, iki insanin bir ara evlilikle birleşen ve sonra ayrılan yollarını görsel olarak anlatıyor. Ceylan’ın siyah beyaz kareler kullanarak soyut bir anlatım tarzı benimsemesi, Tarkovsky’i anımsatıyor. İçimizden biri gibi olan, bu siradan insanları anlatırken anlaşılması zor bir olay örgüsü kullanıyor. Bu durağanlığına rağmen, aşırı derecede gizem barındıran, ağır bir kısa film Ceylan’ınki. Karakterlerin ruh halinin doğa olayları ile benzerliklerini metaforlar eşliğinde anlatıyor. Sudaki ölü kuş hiçliği, tarladaki buğday da yalnızlığı sembolize ediyor. Boşuna Tarkovsky demiyoruz; Ceylan da sıkı bir Tarkovsky hayranı. Özellikle kadının bakışlarında Slav hüznünü (Ceylan sıkı bir Anton Chekhov hayrani) görmek, hissetmek mümkün. İzlemeyenler için Tarkovski’nin “Ivan’ın Çocukluğu” filmini şiddetle tavsiye ederim.



Film, açılış sekansında gördüğümüz fotoğraf kareleriyle başlıyor. İki insanın önce tekli, daha sonra evlilik resimlerini kullanarak, aile resimleri ile görsel anlatım... Diyalog yok, kelimelere ihtiyaç duyulmamış, görüntüler konuşuyor sanki. Sinemanın kendisi de bu olsa gerek. İşte bu yüzden de filmin atmosferi oldukça tedirgin edici. Çünkü genelde eski resimleri nostaljik buluruz, ya da sempatik… Ama filmde tam tersi bir etkiye sahip. Çünkü yıllar sonra bir araya gelen çift hiç konuşmuyorlar, birbirlerinin yüzüne bakmıyorlar. Kadın geri dönüyor, adam da filmin başında olduğu gibi başakların arasında uzanarak uykuya dalıyor. Diyalogsuz da olsa, sessiz bir film değil Koza. Ceylan çevre seslerini çok iyi kullanmış. Akan suyun ya da rüzgarın sesi, çift arasındaki sessizliği daha anlamlı kılıyor.



“Koza, teknik ve estetik birikimime rağmen film yapmaya bir türlü başlayamadığım, sürekli ertelediğim için kendimi? korkak ve mıymıntı olmakla suçladığım, kendime ettiğim işkenceleri sona erdirmek için giriştiğim umutsuz bir denemeden başka bir şey değildir. Kendimi fırlatır gibi başladım o filmi çekmeye. Bitirdiğimde de neye benzediği konusunda gerçekten bir fikrim yoktu. Ama yine de Koza’yı çekmek, kendi yapıma uygun üretim koşullarını yaratmamı sağlayacak bütün ipuçlarını verdi bana.” Nuri Bilge Ceylan



Thursday, September 8, 2011

SERGIO LEONE VE BATI ÜÇLEMESİ

SERGIO LEONE VE BATI ÜÇLEMESİ

Usta’nın Dolar Üçlemesi’nin ardından, şimdi de Batı Üçlemesi’ne göz atacağız.

Bu sefer kamerasını batıya, Amerika’ya götürür üstad Leone. Dolar Üçlemesi’nin yarattığı büyük etkiden sonra, Hollywood yapımcıları onun Amerika’da da Western çekmesini istemişler. Leone artık kafasında Western’i bitirmişken, yapımcıların bu isteği karşısında çaresiz kalır. Çünkü o hep yapmak istediği Gangster filmini çekmeyi hayal eder. Bu hayali erteleyerek ilk Amerikan yapımı Western’ini çeker: Bir Zamanlar Batı’da…

Once Upon A Time In The West (C’era Una Volta il West, 1968)


Filmin oyuncu kadrosunda Frank rolündeki Henry Fonda, Harmonica rolündeki Charles Bronson, haydut Cheyenne rolünde Jason Robards ve Jill rolünde Claudia Cardinale yer alır. Öncelikle filmin çekilme süreci ilginç. Daha önce de belirttiğim gibi, Amerikalı yapımcılar ondan Western çekmesini isteyip ona birçok oyuncu önerirken, Leone sadece bir tanesi ile çalışmak istediğini belirtir: Henry Fonda. Leone uzun zamandır onunla film çekmek istiyordur. Amerikalılar'ın bu temiz yüzlü kahramanına hayatında alabileceği en kötü adam rolünü teklif eder. Yapımcılar ne kadar karşı çıksa da (Şimdiye kadar H. Fonda hep idealist Amerikalı, kahraman ve iyi adam rollerinde oynamıştır) Fonda rolü kabul eder. Hatta o dönem buna inanmak istemeyen birçok Amerikalı izleyici, bunun gerçekleştiğini gördüklerinde sinema salonlarından yarıda çıktılar. Ama Fonda yıllar sonra “hayatının rolü olduğu” itirafında bulunur. Bence filmdeki en iyi performans ona ait. Diğerleri de iyi oynamıştır, fakat Fonda’nın Frank karakteri sinema tarihinin “en iyi kötü adamlarından” biridir.


Wobbles: Beni uzun zamandır tanıyorsun Frank, bana güvenebilirsin.
Frank: Hem kemer, hem pantolon askısı takan birine kim güvenir? Herif kendi pantolonuna güvenemiyor.


Filmin yaklaşık 10 dakikayı bulan giriş sahnesi çok başarılı. Sahne ıssız bir alandaki tren istasyonunda geçiyor. 3 parkalı (bu filmdeki en şık giysili) adam istasyonda beklemektedir. Uzunca bir süre beklerler, bu sırada değirmenin gıcırtısı ve sinek vızıltısı bize eşlik eder. Bu sesler o kadar rahatsız edici ki, sanki biz de onlarla istasyonda bekler gibiyizdir. Anti-kahramanımız Harmonica’nın gelip de, bu üçünü temizlemesi ile biz de bu gergin istasyon ortamından kurtuluruz. Biz rahatlarız ama, Harmonica yaralanır.



Harmonica: Frank nerde?
Parkalılar: Frank bizi gönderdi.
Harmonica: Bana at getirdiniz mi?
Parkalılar: Görünüşe göre, bir at eksik getirmişiz.
Harmonica: Hayır, fazladan iki tane getirmişsiniz.



Filmin tek kadın karakteri Jill’in kasabaya gelip de at arabasına atladığı, Sweetwater’daki evine doğru yola çıktığı sahnelerde iki şey gözümüze çarpar. İlki Anıt Vadisi’nin harika görüntüleridir. İkincisi ise, at arabasını süren yaşlı adamın özellikle de tren raylarının inşasını gördüğü zamanki serzenişleri… Ne de olsa, bir başka ulaşım aracı olan trenler gelecek, bu yaşlı adamın işini elinden alacaktır. Kovboyların dönemi bitmek üzeredir. Devir değişimin, modernizmin devridir. Jill karakterini canlandıran döneminin en güzellerinden Claudia Cardinale güçlü kadın imajıyla, Westernler’de eşine az rastlanır bir imaj sergiliyor. Hem de bu 3 erkek karakterin arasında hiç de sırıtmıyor. Kadına hep sırtını dönmüş Western, Leone’nin cesaretiyle bu sefer kadını tam merkeze koyuyor.


Leone filminde sesleri o kadar başarılı kullanmıştır ki, sanki filmin bir oyuncusu da sesin kendisidir. Filmin diyalog olmayan kısımlarında sesler ortaya çıkar. Şöyle ki; tren istasyonundaki ilk sahnede, suyun damlama sesi ve sinek vızıltısı ortamın bir parçası, atmosferi tamamlayan önemli bir nokta. Bir de Morton karakterinin okyanus tutkusunu bize gösteren dalga sesleri. Özellikle de vurulduğu sahne; çamura düştüğü kirli suya baktıkça, Leone dalga seslerini verir ve burada sesin dramatik etkisiyle tanışmış oluruz. Bununla birlikte Morricone’nin müzikleri gene efsanedir, fakat bu sefer elektrogitar da ekleyerek tavan yapmıştır. Filmin çekimleri bu müzikler eşliğinde yapılır, bu da oyuncuların motivasyonunu üst seviyeye çıkarır. Filmdeki bir başka enstrüman da Harmonica’nın mızıkasıdır. (Harmonica zaten mızıka demek, burda bi cinlik yapmış Leone sanırım). Karakterin ve mızıkasının filmin sonunda ortaya çıkan hikâyesi benim favori sahnem olmakla birlikte(spoiler vermemek için yazmıyorum) bu sahnedeki dram, müzik, görsellik ve sinematografi günümüzde bile hala çok zor çekiliyor.



Harmonica (Charles Bronson) Cüneyt Arkın’ı andırıyor ama bizimkisi Fatihin fedaisi…






Bu filmin DVD ek özelliklerinde, filmin senaryosuna katkıda bulunan Bernardo Bertolucci, Leone ile tanışmasını şöyle anlatıyor: “İyi, Kötü ve Çirkin’in gösterim salonlarından birinde onu gördüm ve büyük hayranı olduğumu söyledim. O da bena, neyini beğendiğimi sordu. Ona ‘Kamerayı atların arkasına koyarak onların gücünü gösteriyorsun, klasik Westernler’de seyir sırasında atlar hep yandan ya da karşıdan çekilmiştir’ dedim. Bana baktı ve dedi ki: ‘Bir sonraki filmimin senaryosunu sen yazacaksın.’”

“Ne Batı’dan ne de Doğu’dan. Amerika’nın mitos boyutundaki kavramları ile büyülenmiş değilim, ben bireyden söz ediyorum. Bireyden ve sonsuz ufuktan, İnanıyorum ki, sinema, çok ender birkaç örnek dışında, bu iki düşünceyi bu kadar iç içe kapsamamıştır. Düşünürseniz, Amerikalılar da bu yönde gerçek bir caba ortaya koymamışlardır. Yine de sinemanın demokrasi uygulamalarından daha somut şeyler ortaya koyduğu yadsınamaz. Easy Rider, Taxi Driver, Scarface, Rio Bravo gibi yapıtlara bakin. John Ford’un uçsuz bucaksız alan görüntülerini, Martin Scorsese’nin klostrofobik metropol sahnelerini ayni ölçüde severim. Sosyolojik olguları benimsiyorum, ancak masallar da beni çok etkiliyor. Özellikle karanlık yanları ile…” Sergio Leone.

Duck, You Sucker (Gui La Testa, Once Upon A Time In the Revolution, 1971)

Leone’nin hakkı yenmiş, diğer filmlerinin gölgesinde kalan, Batı Üçlemesi’nin ikinci filmi. Meksikalı Juan rolünde Rod Steiger, Eli Wallach’a benzer bir performans sergiler. İrlanda’dan gelen John rolündeki James Coburn ise eski IRA üyesi bir dinamit uzmanıdır. Western tonları ile devrim atmosferini başarılı bir şekilde birleştirmiştir Leone. Film, Çin lideri Mao’nun sözleri ile açılır: “Devrim bir akşam yemeği değildir. Devrim bir edebi eser değildir. Devrim incelikle yapılmış bir nakış değildir. Devrim bir şiddet eylemidir.”



Filmde, Meksikalı Juan, ailesi ile soygunlar düzenler, geçimini öyle sağlar, aklında ise büyük banka vardır, Mesa Verde bankası. Fakat devrim devam ediyordur ve yalnızca kendisini ve ailesinin çıkarlarını düşünen bu adam, yoksulluktan da gelmesini sebep bilerek, bir şekilde devrimin parçası oluyor. Hatta ilerleyen kısımlarda yakın dost olacağı John’a bir devrim tanımı yapar ki, Juan’ı tanımayanlar onu Che bile sanabilir: “Devrim mi? Kitap okuyan insanlar, kitap okuyamayanlara gider. Fakir insanlara ‘Değişiklik yapmanız gerek’ der. Böylece fakirler kışkırtılır. Sonra kitap okuyan insanlar büyük, cilalı masalarda oturur, konuşur, şarap içerler. Peki fakir insanlara ne olur? Onlar ölmüştür çoktan. İşte senin devrimin bu! O yüzden sakın bana devrimden söz etme!” (Bu arada bahsedilen devrim, 1913 Meksika Devrimi). İşte buradan yola çıkarak filmde Juan’ın yolculuğunu kısaca özetleyebiliriz: Meksika devriminde, bir hırsız olan anti-kahramanımızın para uğruna çıktığı yolda, zoraki bir devrimci kahramana dönüşme sureci…


Açılışta at arabası içindeki yemek sahnesinde Leone stilini konuştururken, diğer yandan da sınıf ayrımı üzerine çok güzel eleştiriler yapıyor. Zenginlerin olduğu bu at arabasının içinde bir peder de vardır, o da dahildir bu insanlık ayıbına. (ayıp çünkü Juan’i aşağılayan ekipte o da var) Zaten adamımız Juan bir güzel aşağılanır bu sahnelerde. Leone bu kişilerin ağzına kadar girdiği yakın plan çekimini sürdürür. O kadar itici, sinirleri bozan bir muhabbettir ki, Juan’ın onlara oynadığı oyunu görünce, bir “helal olsun” çekeriz. Sonrasında bizim Meksikalı İrlandalı ile tanışır. Film ilerledikçe, İrlandalı John aydın bir devrimciyken Meksikalı Juan’ın köylü bir devrimci olduğunu fark ederiz..

Yakın plan çekimler gene çok hakim sahnelere. Colt silahlar yerini dinamitlere ve mitralyözlere bırakmış bu filmde. Eee ne de olsa devrim oluyor! İyi, Kötü ve Çirkin'e benzer bir köprüyü hava uçurma sahnesi var ki dillere destan. Bu patlama sahnelerinden sonra “acaba Leone’ye blockbuster projelerindeki kadar bütçe verilse ne çekerdi?” diye düşünmeden edemedim. Üstad aramızdan ayrılmasaydı, muhtemelen “Stalingrad” için çekeceği savaş filminde bunu görebilirdik. Bir buna, bir de Kubrick’in  hiç izleyemeyeceğimiz Napoleon filmine üzüleceğim hep.

Filmin John’a ait olan flashback sahneleri de gayet başarılı. John İrlanda’da da bu işlere bulaşmış, en yakın arkadaşından olmuştur. Juan’a bakınca, kaybettiği en yakın arkadaşını görür. Juan ise onu dinamitleri ile tanımıştır. Bunu bankayı soymasına yarayacak bir işaret olarak görüp, tanışmalarına kader diyecektir. Böylece, iki kahramanımızın kaynaşması ile devrime doğru yolculukları devam eder.


Filmin gölgede kalmasının nedenlerinden biri de dağıtım ve isim hakları konusundaki problemler. Film ilk olarak “Duck, You Sucker” adıyla gösterilir, tutmayınca “A Fistful of Dynamite” ismiyle gösterimine devam edilir. Batı Üçlemesi olarak ise “Once Upon A Time In the Revolution” ismini taşır. Ayrıca film 80’lere dek Meksika’da yasaklanmıştır. Nedeni de, devrim ile ilgili olarak “yoksullar gene yoksul” anlamındaki eleştirilerin sert bulunmasıdır.

Once Upon A Time in America (1984)

“Once Upon A Time in America kuşkusuz benim en iyi filmim. Bu filmi gerçekleştirdiğim için mutluyum. Çekim süresince büyük bir gerilim yaşadım. Ancak bu her zaman böyledir. Film çekmek berbat bir iştir. Bitirmiş olmak ise olağanüstü bir doyum getirir.” Sergio Leone

 
Kartpostal gibi bir kare…

Orijinal süresi 3 saat 40 dakika olan destansı mafya filmi. Leone ilk defa Western dışında bir yapım çeker. Bu yüzden belki de üzerinde 10 yıl çalışmıştır. Böylece Batı Üçlemesi’ni tamamlar. Fakat Amerika’daki ilk gösterimlerinde, film eleştirmenler tarafından yerden yere vurulur. Çünkü yapımcılar çok uzun buldukları filmin 1 saat 30 dakikasını kırpmışlardır. Yıllar sonra orijinal versiyonunu izleyenler filme özür borçlu olduklarını anladılar. Bu arada film ile ilgili bir rivayet de, 4 saat 30 dakikalık bir başka versiyonunun bulunduğudur. Fakat DVD olarak henüz yayınlanmamıştır. Harbiden izleyemezsem, gözüm açık giderim…

İçki yasağının olduğu yıllarda, New York’un Yahudi mahallelerinden birinde bir sokak çetesinin doğuşu ve bölgeye hakim oluşunu anlatır film. Bir yandan da, iki dostun zamanla aralarının bozulmasını ve suç dünyasını gösterir bize. Filmdeki çetenin elemanları: Noodles (Robert De Niro), Max (James Woods), Cockeye (William Forsythe) ve Patsy (James Hayden). Bu 4 arkadaşın çocukluktan büyümelerine kadarki süreçte suçla tanışmaları, suça alışmaları ve isim yapmış gangsterler haline gelmelerini anlatır.


Filmin kurgusu diğer Leone yapıtlarına göre çok başarılı olmasa da, ki 4 saate yakın sürmesinin bunda etkisi büyük, oyunculuklar çok iyi. Özellikle De Niro ve Woods neden bu kadar önemli oyuncular olduklarını ispatlıyorlar sanki. Bunun dışında çocuk oyuncuların hepsi çok başarılı.

Filmdeki şiddet sahneleri, o dönemde çok eleştirilmiş. Arabadaki tecavüz sahnesi, elmasları çaldıkları sahne ve filmin başındaki kadının vurulma sahnesi gibi. (Bu sahnenin hemen arkasından God Bless America şarkısı çalar ve diğer sahneye geçer, icki yasaginin kutlandigi sahneler) Vurulma anına bakıldıgında cok traji-komik bir sahnedir) Leone tüm bu eleştirileri es geçerek, “Bir şiddet toplumunu anlattım ben” demiştir. Çoğu yönetmen bu tarz sahneleri keserken, Leone aksine daha uzun tutar ve yakından çeker. Seyircinin de gerilmesini ister. Yönetmene göre bu gerçekçi bir görsel anlatımdır.

Film, Bir Zamanlar Batı’da da olduğu gibi, sesleri oynatır gene. Onlara birer rol verir, tıpkı filmin başındaki telefonun zil sesi gibi. Bu telefon o kadar çok çalar ki (tahminen 2-3 dakika), hem insanı irite eder, hem de açıldığında neler konuşulacağını merak ederiz. Okyanus kıyısındaki sahnedeki martı sesi de filmin içinde önemli bir yer oynar.

Çetenin çocukluk arkadaşlarından Dominik’in vuruluşu çok dramatik yansıtılırken (benim favori sahnem), bir başka önemli sahne de Patsy’ye aittir. İlk cinsel deneyimini mahallenin adı çıkmış kızına bir cupcake alarak sahip olacak Patsy’nin, kızı beklerken açlıktan dayanamayıp cupcake’i yemesi (hatta saldırması da diyebiliriz) çok trajikomiktir.



Filmin finalinde De Niro’nun sırıtışı, geçmişe dönerek anlatılan hikâye ve filmin adında geçen Once Upon A Time ladı, “bir varmış bir yokmuş” hissiyatı vermiş, “Acaba bu anlatılanlar masal mı” sorusunu aklıma getirmişti. Film Büyük Buhran’ı da içerir, içki yasağının kalkması ile Amerika’daki yeni düzeni de anlatır. Bu iki önemli olayı filmde devamlı çalan Night and Day şarkısı özetler bize. Bir yanda Büyük Buhran, diğer yanda jazz müzikler eşliğinde, şık kıyafetleriyle gangsterler ve onların hostesleri, Amerikan rüyası… 




Wednesday, August 31, 2011

SPAGETTI WESTERN’İN BABASI: SERGIO LEONE


Pazar sabahları, televizyon başında kovboy filmleri izleyen ve izleten sevgili babama…

Spagetti Western filmleri, 60’lı yıllarda başlayan, çoğu Avrupa’da çekilen kovboy filmleridir. Çoğunlukla İtalyan yapımcı ve yönetmenler tarafından çekilmişlerdir. Western sineması içinde bir alt tür olarak adlandırılır, ama ne alt tür… Öncelikle Amerikan Western’lerine göre daha düşük bütçeli yapımlardır. “Meksika Açmazı” denilen, birden fazla silahın bir yerlere doğrulduğu sahneleriyle meşhurdur. Bu sahnelerin en güzel örneklerinden biri de, 92’de Tarantino tarafından çekilen “Rezervuar Köpekleri” filminin final sahnesinde görülebilir.  Clint Eastwood ve Lee Van Cleef gibi cengaverler şöhretlerini bu filmlere borçludurlar. Bir başka özelliği de, Ennio Morricone’yi dünyaya tanıtmış olmasıdır. Bu ünlü bestecinin, ıslık ve ağız armonikası ile yarattığı harika müzikler sadece bu filmlerde değil, popüler kültürde de yer edinmiştir. Western deyince akla ilk gelenlerdendir. Ayrıca bu filmdeki baş karakterler Amerikan  Westernleri’ndeki gibi kahraman şerifler değil, genellikle ödül avcısı (bounty hunter) ya da banka soyguncusu gibi anti-kahramanlardır. Bu tipler çoğunlukla sakallı, uzun saçlı, üstü başı kirli tiplerdir. Bu kişileri harekete geçiren ise açgözlülüktür ve bu filmler aşırı şiddet barındırır. Spagetti Western’lerin başka birçok özelliği vardır; uzun bekleyiş sahneleri, yüzlere yakın çekimler, omuz çekimleri gibi... Fakat en önemli unsur, Hollywood’un klasik Western kurallarini yikan anti-kahramanlarıdır.

                İşte bu türün babası diyebileceğimiz Sergio Leone’den bahsedeceğim bu ilk yazımda. Leone 18’inde üniversitedeki hukuk eğitimini yarıda bırakmış ve film sektörüne giriş yapmıştır. Babası da sessiz film yönetmeniymiş. Bu arada müzikal işbirliği yapacağı Morricone ile de üniversitede tanışmış, kanka olmuşlardır. Hatta yıllar sonra Morricone, Leone için şu itirafta bulunur: “Sergio bana bir filme notalarla değil, duygularla bakmayı öğretti.”


İki büyük usta: Ennio Morricone ve Sergio Leone (solda)


Filmografisine baktığımızda, 2 önemli üçleme görürüz. Dolar Üçlemesi: A Fistful of Dollars (1964), For A Few Dollars More (1965),The Good, The Bad and The Ugly (1966). İkinci üçlemenin adı da Batı Üçlemesi’dir: Once Upon A Time In The West (1968), Duck, You Sucker (1971, a.k.a. Once Upon A Time In The Revolution), Once Upon A Time In America (1984)

Filmlerinde aşırı derecede uzatılmış şiddet sahneleri, düello sahneleri, çıkar için birbirlerini satan çete üyeleri, keskin silahşörler ve purolar, olmazsa olmazıdır Leone’nin. Bunların dışında Leone, filmlerinde alt metin olarak toplumsal konulara da değinir. Çıkarcılık ve açgözlülüğün doyasıya anlatıldığı Dolar Üçlemesi buna en guzel örnektir. Adı üstünde, Dolar! Bu açgözlülük ve çıkarcılık işlevleriyle kapitalizm olgusunu, Western üzerinden eleştirir. Zaten İtalya’daki bir çok yönetmen ve yazar gibi, o da komünizm destekçisidir.

“Sosyalizm fikir olarak iyi ama insan kötü.” Sergio Leone

A Fistful of Dollars – Per un Pugno di Dollari (1964)

“Colt taşıyan bir adam Winchester taşıyan bir adamla karşılaştığında… Colt taşıyan adam, ölü bir adamdır.”  “Ramon” Gian Maria Volonte

Dünya sinemasına yepyeni bir yıldız olarak Eastwood’u, yepyeni bir yönetmen olarak Leone’yi, yepyeni bir besteci olarak Morricone’yi, yepyeni bir kötü adam olarak da Gian Maria Volonte’yi armağan etmiştir. Dolar üclemesinin ilk ayağıdır. Filmin meşhur olmasına yol açan ilk olay ise, bir yeniden çevrim olmasına rağmen Akira Kurosawa’ya telif hakkı ödenmemesi ve davalık olmalarıdır. Bu yüzden Amerika’da 3 sene geç oynar film ve bu zaman zarfında tanınır. Davayı kazanan Kurosawa’ya 15%’lik bir pay ile Japonya’daki yayınlama hakkını verirler. Daha sonra Hollywood telif haklarını satın alır ve 1996’da Last Man Standing çekilir. Başrolde bu kez Bruce Willis vardır.

Konusuna gelecek olursak; Baxter ve Roja ailelerinin iktidar savaşına sahne olan, nerdeyse ölmüş bir kasabaya gelen bir yabancının, iki aileyi birbirine düşürerek bu olaylardan kar etmeye çalışma süreci diyebiliriz. Yabancıyı Clint Eastwood oynasa da, bütün üçlemede bu karakterin adı geçmez. Sadece blondie (sarışın) olarak anılır. Kasaba o kadar ölüdür ki, bu iki aile dışında, koca filmde kasabadan sadece 3 kişi daha görürüz; bar işleten yaşlı adam, kasabanın delisi ve cenaze levazımatçısı! Zaten filmde, anti-kahramanımızın anlaşabildiği tek kasabalılar da bunlar. Özellikle yaşlı cenaze levazımatçısı.


Filmin başında, kasabaya yeni gelen herkesin başına geldiği gibi, yabancımız da sevilmez. Baxter’ların 4 adamı tarafından alaycı bir şekilde tehdit edilir ama, Clint Usta silahını konuşturup bir saniye içinde 4’ünü birden devirerek Roja’ların dikkatini çeker. Burdan sonra film başlar. Kahramanımız film boyunca ikili oynar, ortalığı karıştırır.


             
 Leone film için 200 bin dolar gibi kısıtlı bir bütçe harcamışken, film sadece Amerika’da 11 milyon dolar gişe getirisi sağlar. Bu başarıdan sonra bu türde çekilen film sayısı 500’den fazladır. Zaten Avrupa’da da başarılı bulunan film, hem türdeşlerinin çoğalmasını, hem de Leone’ye iyi bir kariyer başlangıcı sağlar. Clint Eastwood da bu Dolar Üçlemesi’yle ve akıllara kazınan “The Man With No Name” (isimsiz adam) karakteriyle şöhretin kapısını aralar. Ayrıca bu filmlerdeki karakteri ile cool adam’lık kavramına yeni bir tanım getirir: Üstünde pançosu, ağzında sigarası, çok konuşmayan, çok hızlı silah çeken, ödül avcısı bir anti-kahraman. Kanımca kalleş Meksikalı, Rujo ailesinin başındaki Ramon karakterini oynayan (daha sonra hep kötü adam rollerinde seyredeceğimiz) Gian Maria Volonte de döktürmüştür. Özellikle “mitralyoz sahenesinden” (mitralyoz silahi ile butun askerleri taramasi) sonraki sırıtışı, çoğumuzun aklına Erol Taş’ı bile getirebilir. Bu abimiz işkence ederken ve adam öldürürkenki meşhur gülüşüyle de bilinir.


 Spagetti Western türü ayrıca B-movie türüne (Grindhouse, ya da dusuk butceli, ucuz taklit filmler) yakınlığıyla da bilinir. İki türün ortak özellikleri olarak bolca ölüm ve kanlı sahneleri sayabiliriz. Fakat bu filmde bolca ölüm olsa da kan çok az, hatta hiç gösterilmemiştir. “Acaba kısıtlı bütçe yüzünden mi” diye düşünmeme rağmen, B-movie piyasasında pahalı film olmadığını da bildiğimden, film için tek olumsuz eleştirimi kanlı sahnelerdeki kan oranının düşük oluşuna yöneltebilirim.

                “Onu bütün filmlerimde göstermek isterim; bir asi, bir haydut olan suçluyu; boyun eğmek istemediği için bizzat boyun eğdirici olup çıkan insanı…” Sergio Leone

For A Few Dollars More (Per qualche dollaro in piu, 1965)

                IMDB’nin Top 250 listesine 121. sıradan giriş yapmış, dolar üçlemesinin 2. filmi. Adsız kahramanımız C. Eastwood’a, bu kez kovboy filmlerinin bir başka yıldızı olan Lee Van Cleef eşlik eder. İki ödül avcısı, hapishaneden kaçan ve başına 10 bin dolar ödül konan El Indio’nun (Gian Maria Volonte) peşine düşerler. Bu arada anti-kahramanlarımızdan  Colonel Douglas Mortimer’in (L. Van Cleef) aklında paradan çok intikam vardır. Yan rollerden birinde de bana göre Alman sinemasının gelmiş geçmiş en büyük aktörü olan Klaus Kinski’yi görmek de şaşırtıcıydı. Özellikle barda Lee Van Cleef ile ilk karşılaşmasındaki performansı takdire şayan. El Indio rolündeki, Gian Maria Volonte ve çetesinin performansı her zamanki gibi beklentileri fazlasıyla karşılıyor. Yüzlerine sinek konan, çarpık veya çürük dişli çete elemanları gene çok vahşi, gene çok pis ve gene banka soymada üstlerine yok.

Filmin bir diğer önemli ismi de Ennio Morricone. Film müzikleri gene onun elinden çıkma ve özellikle saat melodisi bu filme damgasını vurmuş. Leone’nin karakterlerin yüzlerine yaptığı yakın çekimler ile bu melodi gerilimi en üst seviyeye taşıyor ve melodi bittiğinde silahlar konuşuyor.

“Hayatın bir kıymetinin olmadığı yerde ölüm, bazen para edebilir. Ödül avcıları işte bu yüzden ortaya çıkmıştır.” (Filmin giriş sloganı)

                Filmin en güzel sahnelerinden biri de Colonel Mortimer ile adsız adamın (aslında filmdeki adı Manco, ama bu isimle seslenildiğini daha duymadım ve görmedim. ilk filmde de tipik isimler takılsa da, Americano ve Joe gibi, kesin bir ismi yoktur bu karakterin) gece birbirlerinin şapkalarını uçurdukları sahne. İki ödül avcısı birbirlerine ancak bu kadar iyi gözdağı verebilirdi. Filmde performanslara değinecek olursak; C. Eastwood gene cool, gene bakışlarıyla konuşan, sigarasını çiğneyip tüküren karakterinde başarılı. Fakat Lee Van Cleef ve Gian Maria Volonte kesinlikle döktürüyor. Hele Gian Maria saate tutkuyla bağlanmış, bir nevi romantik serseri rolünde, filmin en iyi performansını veriyor. Daha sonra araştırdım, bu abimiz İtalya’da Shakespeare uyarlamalarında oynamış, hatta İtalyan politik sinemasının bir çok yapıtında da rol almış.

“Sergio Leone ilk post-modern yönetmendir.” Jean Baudrillard

                ”Yönetmen olmak isteyenlere çok çizgi roman okumalarını öneririm. Sık sık televizyon izleyin ve her şeyden önce sinemanın yalnızca “seçkinler”, diğer sinema yapımcıları ve huysuz eleştirmenler için olmadığını kafanıza koyun. Başarılı bir film toplumun her kesimine seslenebilen filmdir.” Sergio Leone

                The Good, The Bad and the Ugly (Il Buono, Il Brutto, Il Cattivo, 1966)

                Film karakterleri tanıtarak başlar. O kadar iyi örnekler ile tanıtılır ki, belki de sinema tarihindeki en iyi girişe sahiptir. İyi rolündeki Clint Eastwood (filmde Blondie diye hitap edilir), kötü rolünde Lee Van Cleef (lakabı Angel Eyes) ve çirkin rolünde ise Eli Wallach (ismi Tuco) oynamaktadır. Filmin harika müzikleri gene Morricone’ye ait. Filmdeki bütün performanslar iyi kabul edilse de, Çirkin’i oynayan Eli Wallach’in performansı en iyisidir. Diğerlerine göre filmde daha çok gözükür. Bütün o çirkinliğine ve sevimsizliğine rağmen seyirci tarafından sevilir. Zaten fakirlikten gelme Tuco hor görülmüş, haydutluğu benimsemiş, ahlak hakkında hiçbir fikri olmayan bencil biridir. Blondie yalnız takılan, kendi kuralları olan bir karakter. Angel Eyes ise, diğerlerine göre daha kibar ve güçlü tarafın yanında olmasını bilen (iç savaş sırasında albay konumuna gelerek, cikarlari icin orduyu kullanmasi) bir karakter. Bu bağlamda karakterleri genel olarak şöyle değerlendirebiliriz: Kötü karakteri disiplinli, asker, sistemin bir parçası; İyi ise salaş, dışardan bir yabancı; Çirkin ise aslen fakir ve köyden gelen, kısa yoldan para kazanmanın peşinde bir tip. Yani bu üç insan tipi de, günümüzde hala çevremizde görebileceğimiz tiplerdir.

Azerbaycan televizyonları tarafından “Ala, Fena, gudubet” olarak çevrilmiştir!

 Amerikan İç Savaşı sahnelerinde çok ciddi eleştiriler de barındırır. Misal, Blondie ve Tuco’nun yaralı bir askeri taşıdıkları sedyeyi çalmaları, askeri yere attıkları sedyeyle patlayıcı taşımaları. Zaten köprüyü havaya uçurdukları sahne bence aksiyon sinemasında ilk 3 efsane sahne arasına girer. Leone bu sahnede patlayan bir köprüden kaçmasını isteyerek, C. Eastwood’un canına kastetmiştir! Hala günümüzde bu kadar başarılı patlama sahneleri yok. Bir de, esir kampındaki askerlerin marş çalarkenki dramı çok hissettirilmiştir. Keman çalan askerin gözündeki yaş gerçekten içimizi burkutur.

                Blondie’nin İç Savaş’ı tek cümle ile özetlemesi de harika: “Bu kadar adamın böyle telef edildiğini hiç görmemiştim.” Heralde savaşı eleştiren bu kadar iyi bir cümle sinema tarihinde yoktur.

                Filmin finalinde yer alan, mezarlıktaki Meksika Açmazı sahnesi ve bu sahnenin essiz muzigi olan trio Morricone’nin eseridir. Her karakterin yüzüne yakın çekimler ile, uzatılmış ve gerilimi artıran bu sahne, sinema tarihine adını altın harflerle kazımıştır. Leone deyince akla gelen ilk sahnelerdendir, çünkü alemin en büyük 3 silahşörü birazdan silahlarını çekecektir. Bir düello sahnesi ancak bu kadar kusursuz çekilebilirdi.


Film ile ilgili ilginç notlardan birisi de, köprü sahnesi için köprüyü 2 defa inşaa etmeleri. Çünkü ilkinde yanlışlıkla patlatılmıştır. Hatta bu olay, savaş parodisi Tropic Thunder filminde aynen uygulanmış ve ti’ye alınmıştır. Bir diğer ilginç nokta da şu: Leone finaldeki mezarlık sahnesi için istediği mezarlığı bulamayınca, İspanyol hükümetinin yardımıyla 2 günde mezarlık yapılmış.



 Sonuç olarak Dolar Üçlemesi’nin her bir filmi, sinefillerin damağında ayrı bir tat bırakıyor. İlk filmde çeteleri birbirine düşüren kurnazlık, ikinci filmde ödül avcılığı ve son filmde de mezarlıktaki altınlara ulaşmak için İç Savaş’ın bile hiçe sayılışı. Kesinlikle arşivlerde bulundurulması gereken bir üçleme.





“Western ölmemiştir. Ne dün, ne de bugün. Gerçekten ölen sinemanın kendisidir. Belki de gansgter filmleri, Western’in karşıtı olarak, sosyolojik gerçeğin profesörleri tarafından iliklerine kadar tüketilmemiş olmasının ayrıcalığının tadını çıkarıyorlar. İyi film çok zaman ve para gerektirir. Oysa altın damarı kurudu artık California’da. Birkaç yürekli kişi kadere, TV’ye küfrederek de olsa, urperti icinde ve inatla bir arayışı sürdürüyorlar. Yok olmaya mahkum birer dinozor gibi...” Sergio Leone

Not: Sergio Leone ve bati uclemesi yakinda bu civarlarda olucaktir....

Friday, August 12, 2011

Selam


Blog'a goz atan, bir onunden gecen, bir arkadasa bakip cikicam diyen herkese selamlar. Nacizane
sinema fikirlerimi, bilgilerimi, elestirilerimi burdan herkesle paylasmak, benim icin hem bir onur ve hemde keyif. Oncelikle bu yolda onumu acan sevgili Pembe Vampir'e tesekkurlerimi sunarken, en kisa zamanda yazilarim ile de bu civarlarda dolaniyor olucam.

Sinemasever'in evrimlesmis halidir sinefil. Ve iste bende bu evrim surecinde basimdan gecenleri herkes ile paylasmak istedim. Daha cok yonetmen koleksiyoncusu olsam da, korku sinemasindan b-movie piyasasina, spaghetti western'lerden istismar sinemasina, Avrupa sinemasindan Hollywood produksiyonlarina, bir cok alanda filmleri paylasip, tartismak, bunlar uzerine yazip, konusmak benim icin en degerli, en keyifli islerden bir tanesi. Umarim herkesin begenecegi, sevecegi bi blog olur. Tabikide yazim yanlislari icin simdiden affola...

Sevgiler ve saygilar...