DOSTLUK ÜZERİNE
YAPILMIŞ EN ETKİLEYİCİ FİLM: THE DEER HUNTER (1978)
Yönetmen: Kariyerinde
sadece 7 film bulunan, Heaven’s Gate (1980) filmi ile United Artists film
şirketini iflasa sürükleyen, en iyi filmi bu film olan (nitekim en iyi yönetmen
Oscar'ını almıştır bu filmde) Michael Cimino, günümüzde hiçbir yapım şirketinin
çalışmak istemediği bir yönetmen. Tabii ki bunu Heaven’s Gate faciasına ve
geçmişte çekip, gişede başarısız olan The Sicilian, Desperate Hours ve The
Sunchaser filmlerine de borçludur. Yalnız bu filmdeki kurgusu, yalın anlatımı
ve geçişleri ile gerçekten çok başarılı bir işe imza atmış, yetenekli olduğunu
kanıtlamıştır İtalyan asıllı Cimino.
Oyuncu Kadrosu: Böyle bir
casting yok! Robert De Niro başrolde döktürüyor. Bu filmdeki rolüne hazırlanmak
için, Bob takma adı ile kısa süre de olsa gerçek çelik işçileri ile beraber
çalışmış ve kimse onun De Niro olduğunu fark etmemiş. Esir kampı sahnelerinde, yediği
her dayak ve tokattan sonra yarı öfkeli, yarı gülen yüzlü, içinde bulunduğu
durumu mimikleriyle aktaran, “mükemmel performans” tanımının ta kendisidir. Bir
röportajında “Hayatımda etkisinden kurtulamadığım tek filmim” demiştir kendisi.
Christopher Walken
bu filmdeki performansı ile Oscar’ı alıyor. Filmin başında neşeli, hep gülen
Nick rolünden, filmin sonunda Rus ruleti oynattırılan Nick’e dönüşüm sürecini öyle
bir canlandırmıştır ki, bir nevi oyunculuk dersidir Walken’in performansı. Meryl
Streep’in gençlik halleri gözümüze çarpar filmde ve o da bir Oscar adaylığı
kazanır performansı ile. Yan rollerde de kendisinden beklenmeyen başarılı performansı
ile Jon Savage, George Dzundza ve kemik kanserinden vefat etmeden önce bu
filmde oynayan John Cazale bulunuyor. (Yönetmen Cimino, Cazale’in hastalığını bildiğinden,
ilk önce onun sahnelerini çekmiş.) Bütün oyuncu kadrosu çok ama çok başarılı,
hatta savaş esirlerini tokatlayıp, Rus ruleti oynamaya zorlatan Vietkong
askerleri bile çok başarılı. Zaten filmin durağan kısımlarını, oyunculukları
ile kurtarır The Deer Hunter.
Temel Bilgiler: Film,
Erich Maria Remarque’ın 1. Dünya Savaşı’nda geçen ve bir askerin anılarına
dayanan Drei Kameradan adlı eserinden esinlenilmiştir. 1996 yılında
Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından “kültürel, tarihi ve
estetik olarak önemli” filmler arasına seçilerek, ABD Ulusal Film Arşivi’nde
muhafaza edilmesine karar verilmiştir. 9 dalda Oscar adayı
olmuş ve bunlardan 5’ini kazanmış: En iyi film, en iyi yönetmen, kurgu, ses ve
en iyi yardımcı erkek oyuncu (Christopher Walken). IMDB top 250’de 134. sırada
bulunmakta şu an itibariyle.
Film, ABD’nin Pensylvania
eyaletinde, nüfusun önemli bir bölümünü Ortodoks –Rus göçmenlerin oluşturduğu küçük
bir endüstri kasabasında geçiyor. İşçi sınıfına mensup Rus kökenli 3 arkadaşın küçük
kasabalarındaki yaşamlarına, Vietnam Savaşı’nda görev almalarına ve geri
geldiklerinde yaşadıkları sıkıntılara tanık oluruz filmde. Zaten böyle bir açıdan
bakarsak, film karakterleri savaş kahramanı değil, savaş sonrası perişan hale gelmiş
birer kayıp olarak anlatır bize. Yani filmin asıl derdi anti-militarizm mesajı
vermek, ya da savaşı eleştirmek değildir. Yönetmen savaş gibi basit olabilecek
bir eleştirinin altına, daha derinine inerek, arkadaşlık kavramlarını vurguluyor.
Yani bütün o savaş ve eleştiriler bir nevi bahane gibi kalıyor filmde. Biraz
açmak gerekirse; filmin savaş ve sonrasındaki ağırlığı ve gerçekçiliğini ortaya
çıkarmak için filmin başındaki düğün sahnesini ele alalım. Bu sahne uzun olsa
da, bireyleri ve arkadaşlığı yansıtır. Özetle, konu Vietnam Savaşı gibi görünse
de, filmin tamamına hâkim olan konu arkadaşlık ve yabancılaşma kavramlarıdır.
Yabancılaşmayı değişim olarak da adlandırabiliriz bence. Bu değişim filmin
kurgusu ile çok başarılı bir şekilde anlatılmıştır. Şöyle ki; filmin başı, yani
savaş öncesi müthiş eğlenceli, enerjik ve coşkulu iken, savaş sonrasında
temposu düşük, karamsar bir film halini alıyor. Uzun düğün sahnesi ve filmin
sonu, uçuk birer tezat. “Bu insanların yaşamları buralara sürüklenemez,
olmamalı, bu hale gelmemeli” izlenimini yaratıyor. Bu açıdan epik film koşullarını
da yaratarak tam bir başyapıt halini alıyor film.
Aslında filmin
alt metininde önemli bir başka vurgu da var: Rus göçmenlerin ‘gerçek’
Amerikalılar gibi olmak istemeleri, yani o ülkeye uyum sağlamak için her şeyi
yapabilecekleri, orduya bile girebilecekleri, böylece o ülkenin bir parçası olacaklarına
inanmaları. Finaldeki ‘God Bless America’ şarkısını söylemelerini de buna yorabiliriz.
Ama aynı zamanda etnik kökenleri unutmayan bir topluluk karşımızdaki. Çünkü düğün
sahnesinde bütün o geleneklerine uygun kutlamaları yaparken görebiliyoruz bu
karakterleri. Yani “biz bu ülkenin parçasıyız ama kökenimiz de bu” mesajını veriyorlar.
Aynı zamanda “geleneklerimizden de taviz vermeyiz” diyorlar.
Filmde tuhaf
gelebilecek bir durum var. Bu Rus kökenli karakterlerin aileleri zamanında Bolşevikler’den
kaçıp Amerika'ya gelen ailelerin torunları. Ama simdi savaşta komünistlere karşı
savaşarak, bir dönem ailelerinin ait olduğu bir kuram ya da kavrama karşı mücadelenin
içinde kendilerini bulmaları, gayet ironik bir durum.
Film öyle imgeler
ve alt metinler barındırıyor ki; izledikçe ve anladıkça film daha zevkli bir
hale gelip, gözünüzde Tanrı’laşabiliyor.
Bir başka önemli
olduğunu düşündüğüm durum da filmin bireyden topluma doğru gelişimi durumudur.
Filmin başındaki av sahnesine bakın. Michael (De Niro) karakteri sırf zevk için
geyiği vurur. Umursamaz o geyiğin ölümünü. Sonrasında savaş sahnelerinden
birinde Vietnam askerleri sivillerin gizlendiği bir barakaya el bombaları atar
ve kurtulan anne ve bebeğini tam öldüreceklerken Michael Vietnam askerini lav makinesi
ile yakar. Bu sahneden sonra Michael ölümü ve öldürme düşüncesini anlar, bu vahşetin
farkına varır. Zaten eve döndükten sonra bir daha geyik avlayamaz. Michael can
almaktan uzaklaşır bir nevi. Yani ‘Neden öldü bunca insan?’ sorusu sorulurken,
av savaşa, geyik insana ve ölüme dönüşür bir nevi. 3 arkadaş savaş kahramanına dönüşür.
Yani filmde mikrodan makroya dönüşler gözlemlenir. Bu tarz geçişler oluşur
filmde.
Askere gidecek
olan 3 genç (Walken, de Niro, Savage) kasabadaki yakın dostları ile son defa eğlenmek
için arkadaşlarının barına giderler. Barı işleten arkadaşının piyano başına geçip
de hüzünlü bir şarkı çalmaya başlaması ile hepsi bir anda uzaklara dalarlar. Şarkı
yavaş yavaş biterken, arkadan bomba ve makineli tüfek sesleri gelir; evet,
onlar artik Vietnam'da savaşıyorlardır. Bu izlediğiniz 15 saniyelik görüntü, sinema
tarihindeki en iyi geçişlerden biridir ve siz de izleyici olarak o geçişe şahit
olmuşsunuzdur.
Savaş Öncesi (Düğün):
Bütün bu düğün öncesi ve düğün sonrası sahneler, aşırı derecede önemli. Savaş
öncesindeki karakterlerin bütün o eğlenceli hallerini yansıtır. Savaşın sonunda
karakterlerin savaş öncesindeki hallerinden eser kalmadığını, nasıl
değiştiklerini görmek ve gözlemlemek açısından büyük önem taşır.
Yalın bir gerçeklik
duygusu ve etkileyici oyunculuk performanslarıyla göze çarpan filmin ilk
bölümlerinde yer alan ve yaklaşık 45 dakika uzunlukta olan düğün sahnesi (bütün
düğün çekimleri 5 gün sürmüş),
Amerika’da kendi kültürlerini yaşamaya çalışan insanlara ilişkin bir
belge gibidir. Düğünde ayrıca Vietnam'dan yeni gelmiş olan bir subayı da
görürüz, bakışları ve hareketleri bile orada neler olduğunu çok iyi özetlerken,
bizim kafadarlar bunu umursamazlar çünkü aşırı derecede sarhoşturlar o sırada,
hatta de Niro askere içki ısmarlamaya çalışırken dalga bile geçer.
Günümüz filmlerinde
bolca kullanılan “foreshadowing” metodunun, yani ‘bir hikâyede ileride olacak
herhangi bir olayın önceden küçük ipuçlarıyla belirtilmesi’ olayının en sarsıcı
örneklerinden biri, bu filmdedir. Düğün sahnesinde gelinin gelinliğine damlayan
içkinin kırmızı damlaları, ileride yaşanacak vahşetin habercisidir.
Savaş Sonrası:
Karakterlerimiz Vietnam’da esir düşünce zorla Rus ruleti oynattırılırlar. Bu da
onları delirtir, özellikle de Nick’i (Walken). Bir kere ölümü atlattın mı, artık
ondan korkmaz hale gelip, hayatla olan bütün ilişkini kesersin. Film bize
savaştaki bu sahneleri ile Rus ruletini bu mesajla anlatırken, kamptan kurtulsalar
da Nick artık eski o neşeli çocuk değildir. Saygon’daki hastanede boş gözlerle
cesetlere bakarken, kimlik tespiti için bir subay gelir ve ona soyadını sorar. O
da ‘Chevatarevich’ der. Subay bunun nasıl bir isim olduğunu sorduğunda “It’s
American” der boş boş bakarak. Ardından Saygon caddelerinde dolaşırken, bir
gece silah sesi duyar. Önce korkar, sonra o sesi takip eder. Rus ruletinin yapıldığı
yasadışı bir ortamda bulur kendini. Artık onun yeni evi burasıdır. Uyuşturucu
ile oynatılır, ölümden korkmayan yapısı ile bahisçilerin gözbebeği olurken, kazandıklarını
ülkeye gönderilen gazi arkadaşı Steven’a (Savage) gönderir. Vietnam’dan ilk dönen
de odur (o kim? Steven mı?). Michael (De Niro) da Steven’ı ziyaret sırasından
Nick’in yaşadığını öğrenmiştir. Saygon’a geri dönerek, Nick’i geri getirmek
istemektedir. Ama Nick geri dönmek, yani eski yaşamına dönmek istememektedir.
Zaten ilk başta Michael’ı tanıyamaz, çünkü uyuşturuculardan uçmuştur. Michael
ise onu ikna etmeye, eve götürmeye çalışırken, evlerindeki dağları, ortamı,
geyik avlarını anlatır ve oradaki diyaloglarda geçen ‘tek kurşundan’ (one shot)
bahseder. Michael resmen yalvarmaktayken, Nick’in aklına one shot gelir ve Rus
ruleti masasında ‘one shot!’ diyerek umarsızca tetiği çeker. Evet, artık Nick
yoktur. Michael evine döner ve arkadaşları ile barda dolanır. Film burada biter.
Hepsi üzüntülü bir şekilde ‘God Bless America’ şarkısını söylerler. Kimilerine göre
bu son olmamıştır, ya da çok Amerikan milliyetçiliği kokuyordur.
- Film genel anlamda dostluk, arkadaşlık
alt metinde yerini alırken, hep bir paylaşım, hep bir beraberlik havası
hakimdir filmde. Başındaki düğünden tutun da beraber yaptıkları geyik avlarına,
savaşta beraber çarpışmalarından tutun da filmin sonunda barda toplanmalarına
kadar. Hatta filmde savaş yoktur, Vietnamlılar bile yoktur. Amerikalılar’ın savaş
sonrası geçirdikleri travmalar vardır. Savaş sonrası değişimleri vardır ama,
buna rağmen ‘God Bless America’ demeye devam ederler. İşte bu yüzden bana göre filmin
sonundaki bu sahne absürd değildir, aksine cuk oturmuştur.