Sunday, September 25, 2011

Koza (1995)


NURİ BİLGE’DEN İLK VE TEK KISA: KOZA (1995)



Nuri Bilge Ceylan’dan siyah beyaz çekilmiş bir kısa film. Yeniden birlikte yaşamayı deneyen ama başaramayan yaşlı bir çiftin hikâyesi. Diyalogsuz 18 dakika civarında bir kısa film var karşımızda. Oyuncular yönetmenin ailesinden (annesi ve babasi) Fatma Ceylan ve Mehmet Emin Ceylan. Yönetmenlik dışında filmin yapımcısı, senaristi ve sinematografisi de Ceylan’a ait. Karşımızda 48. Cannes Film Festivali’nde, kısa film yarışmasında boy göstermiş bir film var. 35mm’lik formatta çekilen filmin kısa ama öz müzikleri V. Artyomov’a ait. Aslında Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak ile taşra üçlemesinin kısa ama öz bir parçası diyebiliriz bu kısaya. Zaten Uzak filminin dvd’sinde bulabilirsiniz filmi.



Durağan görüntüler eşliğinde diyalogsuz ilerleyen bu kısa film, iki insanin bir ara evlilikle birleşen ve sonra ayrılan yollarını görsel olarak anlatıyor. Ceylan’ın siyah beyaz kareler kullanarak soyut bir anlatım tarzı benimsemesi, Tarkovsky’i anımsatıyor. İçimizden biri gibi olan, bu siradan insanları anlatırken anlaşılması zor bir olay örgüsü kullanıyor. Bu durağanlığına rağmen, aşırı derecede gizem barındıran, ağır bir kısa film Ceylan’ınki. Karakterlerin ruh halinin doğa olayları ile benzerliklerini metaforlar eşliğinde anlatıyor. Sudaki ölü kuş hiçliği, tarladaki buğday da yalnızlığı sembolize ediyor. Boşuna Tarkovsky demiyoruz; Ceylan da sıkı bir Tarkovsky hayranı. Özellikle kadının bakışlarında Slav hüznünü (Ceylan sıkı bir Anton Chekhov hayrani) görmek, hissetmek mümkün. İzlemeyenler için Tarkovski’nin “Ivan’ın Çocukluğu” filmini şiddetle tavsiye ederim.



Film, açılış sekansında gördüğümüz fotoğraf kareleriyle başlıyor. İki insanın önce tekli, daha sonra evlilik resimlerini kullanarak, aile resimleri ile görsel anlatım... Diyalog yok, kelimelere ihtiyaç duyulmamış, görüntüler konuşuyor sanki. Sinemanın kendisi de bu olsa gerek. İşte bu yüzden de filmin atmosferi oldukça tedirgin edici. Çünkü genelde eski resimleri nostaljik buluruz, ya da sempatik… Ama filmde tam tersi bir etkiye sahip. Çünkü yıllar sonra bir araya gelen çift hiç konuşmuyorlar, birbirlerinin yüzüne bakmıyorlar. Kadın geri dönüyor, adam da filmin başında olduğu gibi başakların arasında uzanarak uykuya dalıyor. Diyalogsuz da olsa, sessiz bir film değil Koza. Ceylan çevre seslerini çok iyi kullanmış. Akan suyun ya da rüzgarın sesi, çift arasındaki sessizliği daha anlamlı kılıyor.



“Koza, teknik ve estetik birikimime rağmen film yapmaya bir türlü başlayamadığım, sürekli ertelediğim için kendimi? korkak ve mıymıntı olmakla suçladığım, kendime ettiğim işkenceleri sona erdirmek için giriştiğim umutsuz bir denemeden başka bir şey değildir. Kendimi fırlatır gibi başladım o filmi çekmeye. Bitirdiğimde de neye benzediği konusunda gerçekten bir fikrim yoktu. Ama yine de Koza’yı çekmek, kendi yapıma uygun üretim koşullarını yaratmamı sağlayacak bütün ipuçlarını verdi bana.” Nuri Bilge Ceylan



Thursday, September 8, 2011

SERGIO LEONE VE BATI ÜÇLEMESİ

SERGIO LEONE VE BATI ÜÇLEMESİ

Usta’nın Dolar Üçlemesi’nin ardından, şimdi de Batı Üçlemesi’ne göz atacağız.

Bu sefer kamerasını batıya, Amerika’ya götürür üstad Leone. Dolar Üçlemesi’nin yarattığı büyük etkiden sonra, Hollywood yapımcıları onun Amerika’da da Western çekmesini istemişler. Leone artık kafasında Western’i bitirmişken, yapımcıların bu isteği karşısında çaresiz kalır. Çünkü o hep yapmak istediği Gangster filmini çekmeyi hayal eder. Bu hayali erteleyerek ilk Amerikan yapımı Western’ini çeker: Bir Zamanlar Batı’da…

Once Upon A Time In The West (C’era Una Volta il West, 1968)


Filmin oyuncu kadrosunda Frank rolündeki Henry Fonda, Harmonica rolündeki Charles Bronson, haydut Cheyenne rolünde Jason Robards ve Jill rolünde Claudia Cardinale yer alır. Öncelikle filmin çekilme süreci ilginç. Daha önce de belirttiğim gibi, Amerikalı yapımcılar ondan Western çekmesini isteyip ona birçok oyuncu önerirken, Leone sadece bir tanesi ile çalışmak istediğini belirtir: Henry Fonda. Leone uzun zamandır onunla film çekmek istiyordur. Amerikalılar'ın bu temiz yüzlü kahramanına hayatında alabileceği en kötü adam rolünü teklif eder. Yapımcılar ne kadar karşı çıksa da (Şimdiye kadar H. Fonda hep idealist Amerikalı, kahraman ve iyi adam rollerinde oynamıştır) Fonda rolü kabul eder. Hatta o dönem buna inanmak istemeyen birçok Amerikalı izleyici, bunun gerçekleştiğini gördüklerinde sinema salonlarından yarıda çıktılar. Ama Fonda yıllar sonra “hayatının rolü olduğu” itirafında bulunur. Bence filmdeki en iyi performans ona ait. Diğerleri de iyi oynamıştır, fakat Fonda’nın Frank karakteri sinema tarihinin “en iyi kötü adamlarından” biridir.


Wobbles: Beni uzun zamandır tanıyorsun Frank, bana güvenebilirsin.
Frank: Hem kemer, hem pantolon askısı takan birine kim güvenir? Herif kendi pantolonuna güvenemiyor.


Filmin yaklaşık 10 dakikayı bulan giriş sahnesi çok başarılı. Sahne ıssız bir alandaki tren istasyonunda geçiyor. 3 parkalı (bu filmdeki en şık giysili) adam istasyonda beklemektedir. Uzunca bir süre beklerler, bu sırada değirmenin gıcırtısı ve sinek vızıltısı bize eşlik eder. Bu sesler o kadar rahatsız edici ki, sanki biz de onlarla istasyonda bekler gibiyizdir. Anti-kahramanımız Harmonica’nın gelip de, bu üçünü temizlemesi ile biz de bu gergin istasyon ortamından kurtuluruz. Biz rahatlarız ama, Harmonica yaralanır.



Harmonica: Frank nerde?
Parkalılar: Frank bizi gönderdi.
Harmonica: Bana at getirdiniz mi?
Parkalılar: Görünüşe göre, bir at eksik getirmişiz.
Harmonica: Hayır, fazladan iki tane getirmişsiniz.



Filmin tek kadın karakteri Jill’in kasabaya gelip de at arabasına atladığı, Sweetwater’daki evine doğru yola çıktığı sahnelerde iki şey gözümüze çarpar. İlki Anıt Vadisi’nin harika görüntüleridir. İkincisi ise, at arabasını süren yaşlı adamın özellikle de tren raylarının inşasını gördüğü zamanki serzenişleri… Ne de olsa, bir başka ulaşım aracı olan trenler gelecek, bu yaşlı adamın işini elinden alacaktır. Kovboyların dönemi bitmek üzeredir. Devir değişimin, modernizmin devridir. Jill karakterini canlandıran döneminin en güzellerinden Claudia Cardinale güçlü kadın imajıyla, Westernler’de eşine az rastlanır bir imaj sergiliyor. Hem de bu 3 erkek karakterin arasında hiç de sırıtmıyor. Kadına hep sırtını dönmüş Western, Leone’nin cesaretiyle bu sefer kadını tam merkeze koyuyor.


Leone filminde sesleri o kadar başarılı kullanmıştır ki, sanki filmin bir oyuncusu da sesin kendisidir. Filmin diyalog olmayan kısımlarında sesler ortaya çıkar. Şöyle ki; tren istasyonundaki ilk sahnede, suyun damlama sesi ve sinek vızıltısı ortamın bir parçası, atmosferi tamamlayan önemli bir nokta. Bir de Morton karakterinin okyanus tutkusunu bize gösteren dalga sesleri. Özellikle de vurulduğu sahne; çamura düştüğü kirli suya baktıkça, Leone dalga seslerini verir ve burada sesin dramatik etkisiyle tanışmış oluruz. Bununla birlikte Morricone’nin müzikleri gene efsanedir, fakat bu sefer elektrogitar da ekleyerek tavan yapmıştır. Filmin çekimleri bu müzikler eşliğinde yapılır, bu da oyuncuların motivasyonunu üst seviyeye çıkarır. Filmdeki bir başka enstrüman da Harmonica’nın mızıkasıdır. (Harmonica zaten mızıka demek, burda bi cinlik yapmış Leone sanırım). Karakterin ve mızıkasının filmin sonunda ortaya çıkan hikâyesi benim favori sahnem olmakla birlikte(spoiler vermemek için yazmıyorum) bu sahnedeki dram, müzik, görsellik ve sinematografi günümüzde bile hala çok zor çekiliyor.



Harmonica (Charles Bronson) Cüneyt Arkın’ı andırıyor ama bizimkisi Fatihin fedaisi…






Bu filmin DVD ek özelliklerinde, filmin senaryosuna katkıda bulunan Bernardo Bertolucci, Leone ile tanışmasını şöyle anlatıyor: “İyi, Kötü ve Çirkin’in gösterim salonlarından birinde onu gördüm ve büyük hayranı olduğumu söyledim. O da bena, neyini beğendiğimi sordu. Ona ‘Kamerayı atların arkasına koyarak onların gücünü gösteriyorsun, klasik Westernler’de seyir sırasında atlar hep yandan ya da karşıdan çekilmiştir’ dedim. Bana baktı ve dedi ki: ‘Bir sonraki filmimin senaryosunu sen yazacaksın.’”

“Ne Batı’dan ne de Doğu’dan. Amerika’nın mitos boyutundaki kavramları ile büyülenmiş değilim, ben bireyden söz ediyorum. Bireyden ve sonsuz ufuktan, İnanıyorum ki, sinema, çok ender birkaç örnek dışında, bu iki düşünceyi bu kadar iç içe kapsamamıştır. Düşünürseniz, Amerikalılar da bu yönde gerçek bir caba ortaya koymamışlardır. Yine de sinemanın demokrasi uygulamalarından daha somut şeyler ortaya koyduğu yadsınamaz. Easy Rider, Taxi Driver, Scarface, Rio Bravo gibi yapıtlara bakin. John Ford’un uçsuz bucaksız alan görüntülerini, Martin Scorsese’nin klostrofobik metropol sahnelerini ayni ölçüde severim. Sosyolojik olguları benimsiyorum, ancak masallar da beni çok etkiliyor. Özellikle karanlık yanları ile…” Sergio Leone.

Duck, You Sucker (Gui La Testa, Once Upon A Time In the Revolution, 1971)

Leone’nin hakkı yenmiş, diğer filmlerinin gölgesinde kalan, Batı Üçlemesi’nin ikinci filmi. Meksikalı Juan rolünde Rod Steiger, Eli Wallach’a benzer bir performans sergiler. İrlanda’dan gelen John rolündeki James Coburn ise eski IRA üyesi bir dinamit uzmanıdır. Western tonları ile devrim atmosferini başarılı bir şekilde birleştirmiştir Leone. Film, Çin lideri Mao’nun sözleri ile açılır: “Devrim bir akşam yemeği değildir. Devrim bir edebi eser değildir. Devrim incelikle yapılmış bir nakış değildir. Devrim bir şiddet eylemidir.”



Filmde, Meksikalı Juan, ailesi ile soygunlar düzenler, geçimini öyle sağlar, aklında ise büyük banka vardır, Mesa Verde bankası. Fakat devrim devam ediyordur ve yalnızca kendisini ve ailesinin çıkarlarını düşünen bu adam, yoksulluktan da gelmesini sebep bilerek, bir şekilde devrimin parçası oluyor. Hatta ilerleyen kısımlarda yakın dost olacağı John’a bir devrim tanımı yapar ki, Juan’ı tanımayanlar onu Che bile sanabilir: “Devrim mi? Kitap okuyan insanlar, kitap okuyamayanlara gider. Fakir insanlara ‘Değişiklik yapmanız gerek’ der. Böylece fakirler kışkırtılır. Sonra kitap okuyan insanlar büyük, cilalı masalarda oturur, konuşur, şarap içerler. Peki fakir insanlara ne olur? Onlar ölmüştür çoktan. İşte senin devrimin bu! O yüzden sakın bana devrimden söz etme!” (Bu arada bahsedilen devrim, 1913 Meksika Devrimi). İşte buradan yola çıkarak filmde Juan’ın yolculuğunu kısaca özetleyebiliriz: Meksika devriminde, bir hırsız olan anti-kahramanımızın para uğruna çıktığı yolda, zoraki bir devrimci kahramana dönüşme sureci…


Açılışta at arabası içindeki yemek sahnesinde Leone stilini konuştururken, diğer yandan da sınıf ayrımı üzerine çok güzel eleştiriler yapıyor. Zenginlerin olduğu bu at arabasının içinde bir peder de vardır, o da dahildir bu insanlık ayıbına. (ayıp çünkü Juan’i aşağılayan ekipte o da var) Zaten adamımız Juan bir güzel aşağılanır bu sahnelerde. Leone bu kişilerin ağzına kadar girdiği yakın plan çekimini sürdürür. O kadar itici, sinirleri bozan bir muhabbettir ki, Juan’ın onlara oynadığı oyunu görünce, bir “helal olsun” çekeriz. Sonrasında bizim Meksikalı İrlandalı ile tanışır. Film ilerledikçe, İrlandalı John aydın bir devrimciyken Meksikalı Juan’ın köylü bir devrimci olduğunu fark ederiz..

Yakın plan çekimler gene çok hakim sahnelere. Colt silahlar yerini dinamitlere ve mitralyözlere bırakmış bu filmde. Eee ne de olsa devrim oluyor! İyi, Kötü ve Çirkin'e benzer bir köprüyü hava uçurma sahnesi var ki dillere destan. Bu patlama sahnelerinden sonra “acaba Leone’ye blockbuster projelerindeki kadar bütçe verilse ne çekerdi?” diye düşünmeden edemedim. Üstad aramızdan ayrılmasaydı, muhtemelen “Stalingrad” için çekeceği savaş filminde bunu görebilirdik. Bir buna, bir de Kubrick’in  hiç izleyemeyeceğimiz Napoleon filmine üzüleceğim hep.

Filmin John’a ait olan flashback sahneleri de gayet başarılı. John İrlanda’da da bu işlere bulaşmış, en yakın arkadaşından olmuştur. Juan’a bakınca, kaybettiği en yakın arkadaşını görür. Juan ise onu dinamitleri ile tanımıştır. Bunu bankayı soymasına yarayacak bir işaret olarak görüp, tanışmalarına kader diyecektir. Böylece, iki kahramanımızın kaynaşması ile devrime doğru yolculukları devam eder.


Filmin gölgede kalmasının nedenlerinden biri de dağıtım ve isim hakları konusundaki problemler. Film ilk olarak “Duck, You Sucker” adıyla gösterilir, tutmayınca “A Fistful of Dynamite” ismiyle gösterimine devam edilir. Batı Üçlemesi olarak ise “Once Upon A Time In the Revolution” ismini taşır. Ayrıca film 80’lere dek Meksika’da yasaklanmıştır. Nedeni de, devrim ile ilgili olarak “yoksullar gene yoksul” anlamındaki eleştirilerin sert bulunmasıdır.

Once Upon A Time in America (1984)

“Once Upon A Time in America kuşkusuz benim en iyi filmim. Bu filmi gerçekleştirdiğim için mutluyum. Çekim süresince büyük bir gerilim yaşadım. Ancak bu her zaman böyledir. Film çekmek berbat bir iştir. Bitirmiş olmak ise olağanüstü bir doyum getirir.” Sergio Leone

 
Kartpostal gibi bir kare…

Orijinal süresi 3 saat 40 dakika olan destansı mafya filmi. Leone ilk defa Western dışında bir yapım çeker. Bu yüzden belki de üzerinde 10 yıl çalışmıştır. Böylece Batı Üçlemesi’ni tamamlar. Fakat Amerika’daki ilk gösterimlerinde, film eleştirmenler tarafından yerden yere vurulur. Çünkü yapımcılar çok uzun buldukları filmin 1 saat 30 dakikasını kırpmışlardır. Yıllar sonra orijinal versiyonunu izleyenler filme özür borçlu olduklarını anladılar. Bu arada film ile ilgili bir rivayet de, 4 saat 30 dakikalık bir başka versiyonunun bulunduğudur. Fakat DVD olarak henüz yayınlanmamıştır. Harbiden izleyemezsem, gözüm açık giderim…

İçki yasağının olduğu yıllarda, New York’un Yahudi mahallelerinden birinde bir sokak çetesinin doğuşu ve bölgeye hakim oluşunu anlatır film. Bir yandan da, iki dostun zamanla aralarının bozulmasını ve suç dünyasını gösterir bize. Filmdeki çetenin elemanları: Noodles (Robert De Niro), Max (James Woods), Cockeye (William Forsythe) ve Patsy (James Hayden). Bu 4 arkadaşın çocukluktan büyümelerine kadarki süreçte suçla tanışmaları, suça alışmaları ve isim yapmış gangsterler haline gelmelerini anlatır.


Filmin kurgusu diğer Leone yapıtlarına göre çok başarılı olmasa da, ki 4 saate yakın sürmesinin bunda etkisi büyük, oyunculuklar çok iyi. Özellikle De Niro ve Woods neden bu kadar önemli oyuncular olduklarını ispatlıyorlar sanki. Bunun dışında çocuk oyuncuların hepsi çok başarılı.

Filmdeki şiddet sahneleri, o dönemde çok eleştirilmiş. Arabadaki tecavüz sahnesi, elmasları çaldıkları sahne ve filmin başındaki kadının vurulma sahnesi gibi. (Bu sahnenin hemen arkasından God Bless America şarkısı çalar ve diğer sahneye geçer, icki yasaginin kutlandigi sahneler) Vurulma anına bakıldıgında cok traji-komik bir sahnedir) Leone tüm bu eleştirileri es geçerek, “Bir şiddet toplumunu anlattım ben” demiştir. Çoğu yönetmen bu tarz sahneleri keserken, Leone aksine daha uzun tutar ve yakından çeker. Seyircinin de gerilmesini ister. Yönetmene göre bu gerçekçi bir görsel anlatımdır.

Film, Bir Zamanlar Batı’da da olduğu gibi, sesleri oynatır gene. Onlara birer rol verir, tıpkı filmin başındaki telefonun zil sesi gibi. Bu telefon o kadar çok çalar ki (tahminen 2-3 dakika), hem insanı irite eder, hem de açıldığında neler konuşulacağını merak ederiz. Okyanus kıyısındaki sahnedeki martı sesi de filmin içinde önemli bir yer oynar.

Çetenin çocukluk arkadaşlarından Dominik’in vuruluşu çok dramatik yansıtılırken (benim favori sahnem), bir başka önemli sahne de Patsy’ye aittir. İlk cinsel deneyimini mahallenin adı çıkmış kızına bir cupcake alarak sahip olacak Patsy’nin, kızı beklerken açlıktan dayanamayıp cupcake’i yemesi (hatta saldırması da diyebiliriz) çok trajikomiktir.



Filmin finalinde De Niro’nun sırıtışı, geçmişe dönerek anlatılan hikâye ve filmin adında geçen Once Upon A Time ladı, “bir varmış bir yokmuş” hissiyatı vermiş, “Acaba bu anlatılanlar masal mı” sorusunu aklıma getirmişti. Film Büyük Buhran’ı da içerir, içki yasağının kalkması ile Amerika’daki yeni düzeni de anlatır. Bu iki önemli olayı filmde devamlı çalan Night and Day şarkısı özetler bize. Bir yanda Büyük Buhran, diğer yanda jazz müzikler eşliğinde, şık kıyafetleriyle gangsterler ve onların hostesleri, Amerikan rüyası…