Wednesday, April 26, 2017

Glengarry Glen Ross (1992)



92 yapımı James Foley filmidir. Onunda kariyerinin en iyi filmidir kanımca. Senarist David Mamet'in 1984 yılı drama dalında Pulitzer ödülü almış oyunundan gene kendisi senaryolaştırmıştır. Müzik ise James Newton Howard'a ait. Oyuncu kadrosunda hepsi birbirinden başarili isimler vardir: Al Pacino, Jack Lemmon, Alec Baldwin, Alan Arkin, Ed Harris, Kevin Spacey ve Jonathan Pryce. (filmin oyuncu kadrosu o kadar iyidir ki oyuncuların çogu çekimleri olmadıgı günlerde bile digerlerini izlemek için sete gelirlermiş) Jack Lemmon performansıyla Venedik Film Festivali'nden en iyi erkek oyuncu ödülüyle dönerken, Al Pacino en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında Oscar adaylıgı almıştır. Her ikisinin de performansı müthiş olup, karşılıklı oynadıkları sahneler hakikaten çok teatral buldum ve izlemekten büyük keyif aldım. Zaten metod oyunculugu okullarında ders olarak gösterilirmiş bu ikilinin sahneleri.



Filmin Konusu: Bir emlak şirketinde çalışan 4 pazarlamacı işlerini kaybetmek üzeredirler ve patronlarını tatmin edecek satış yapamazlarsa kovulacaklardır. Bunun üzerine bu adamlar arasında çirkin bir rekabet başlar. Birçok etik veya kanuni olmayan yola başvuran, dört umutsuz emlakçının hayatlarındaki iki günden kesitleri konu alan filmde kadın karakter bulunmamaktadır.


Film, iş hayatının acımasızlığını bir ofis örneği üzerinden ele almış olup, etkileyici bir dille bir sinemaya  aktaran, sınırlı sayıdaki mekanların basarili kullanımı ile tiyatro izlenimi veren ve yetenekli oyuncu kadrosuyla hikayeyi sürüklemektedir. Sonuç olarak, üst düzey oyunculukları, müthiş yazılan senaryosu ile tüm zamanların belki de en iyi girişimcilik ve pazarlama filmidir.




Wednesday, August 20, 2014

STYLISH VAMPIR FILMI THE HUNGER (1983)

STYLISH VAMPIR FILMI
THE HUNGER (1983)

Ölümsüzlüğün değil, ölmekte olan bir vampirin trajedisi.

Vampir filmleri 70'li yılların sonuna doğru bu türün klişelerinden kurtulmaya çalışıyordu. Smokinli, pelerinli, Doğu Avrupa aksanlı vampirleri geride bırakmaya çalışıyorlardı. Orta Çağ'ın kasvetli ortamı, gotik binalar, dantelli ağır elbiseler artık düşünülmüyordu. Sadece ortak noktalar diyebileceğimiz sonsuz yaşam ve kan metaforları sabit kalmıştı. Bu vampir filmleri ana akım sinemadan ziyade genelde B movie film türünde yer alsa da, ana akım sinemacılarında kullandığı bir alttür oldu. Bu alttür kendi içinde değişik türler de barındırıyor. Bunların başında Kadın vampir filmleri geliyor. Nedir bu filmler? Bu filmlerin genel şeması, kadın vampirin doğal düzeni tehdit eden bir unsur olarak sunulması ve daha sonra da, bu kadın vampirin yok edilmesiyle birlikte doğal düzenin yeniden tesir edilmesi olarak düşünebiliriz. The Hunger, tam da böyle bir filmdir. Vampir dişleri, sarımsak ve haç da yoktur. Hatta vampir lafı bile geçmez. Bu yüzden "Revizyonist" diye tabir edilen vampir filmlerinden biridir. Şimdiye dek çekilmiş en estetik vampir filmidir ayrıca. Görselliği, gerilimi, erotizm ve gotik unsurların dozunda kullanıldığı, 80'leri çok iyi resmeden kült film. Metropol insanlarının hayvani güdülerle kendinden geçtiği gece klübündeki açılış sahnesinden başlıyarak, ucu açık bırakılan finaline kadar sürükleyici bir başyapıt. Bol vatkalı, bol derili, kabar kabar saçlı ve müzikleriyle buram buram 80'ler kokan bir masterpiece.


Vampir temasının, popülerizme bulanmamış haliyle (twilight, vampire academy vs.) yansıtıldığı filmlerden biridir ayrıca.  Şimdiki vampirlere göre çok daha fazla duygu derinliği barındırması ve vampirden çok insani özelliklere çok daha yakın olması, The Hunger'ı türevlerinden ayırır. Vampirlerimiz, bu filmde hallerinden mutlu değiller gibi, hayatlarının daha çok trajik boyutunu yaşıyorlar. Sonsuzluğun bir mutluluk değil aslında bir ızdırap olduğu gerçeği kabullenilmiş. Vampirler sonsuzlukta lanetlenmiş ve ebediyen bu acıyı çekecekler. Şimdiki vampir anlayışına göre fazlaca farklı ve doyumsuz değiller. Az beslenen ama beslenirken o hazzı şimdiye göre çok daha fazla doruklarda hisseden bir yapıdalar.


Film, Bauhaus'tan "Bela Lugosi's Dead" şarkısı ile açılış yapar. Bir vampir filmine yapılmış en ironik giriştir bu sahne. Müzik ve sahnenin bütünlüğü ve ritmi açısından en sevdiğim açılış sahnelerinden biridir sinema tarihindeki. Modern zamanın gotik prensesi Miriam rolünü Catherine Deneuve canlandırıyor. Miriam kana tutkun ve sonsuz ömürle lanetlenmiş aşklar biriktiriyor. Kanının nüfuz ettiği bedenler bir daha eski haline gelmiyor. Vampirimizin sevgilisi Johjn olarak David Bowie'yi görüyoruz. Diğer başrolde Susan Sarandon, Miriam'ın muhteşemliği karşısında kayıtsız kalamıyor ve acımasız vampirin son aşkı oluveriyor. Miriam ve John, Manhattan'da yaşamakta, aynı zamanda klasik müzik dersleri vermektedirler. Miriam eski Mısır'dan gelme bir vampir, aşkı John'a sonsuz yaşamı çok önceden vaad etmiş ve her defasında hatırlatıyor: "Forever and ever". Şehvet ve tutku, kan, müzik derken John hesaptan olmayan bir şey fark ediyor: John yaşlanıyor, hem de çok hızlı bir şekilde. Miriam ona sonsuz yaşamı vermiştir fakat sonsuza kadar gençliği vermedğini söylememiştir. Modern zamanlara kadar yaşamayı başarmış vampir Miriam, büyük bir aşk koleksiyonuna sahip. Aşkları çok yaşlı ve hepside çok aç. Onlarca tabuttan farklı bır aşkı yatar ve hepsi de yaşıyordur. John hızlı bir şekilde yaşlanınca onuda diğerlerinin yanına götürüp tabutuna yatırır. Aşk olmadan asla yaşayamayan vampir Miriam'ın bukez yeni aşkı yaşlılık hekimi Sarch Roberts'dır. Filmimiz, vampir türünü eşcinsel ilişkilerin içine sokmayı deniyor ve haylide başarılı oluyor ve burdan sonra lezbiyen vampir filmine dönüşür. O dönem lezbiyen seks sahneleri çok konuşulmuştu. The Hunger, karanlık ve stilize atmosferi, karşıt kültür öğeleri, lezbiyen alt metni ve çarpıcı kadrosu sayesinde popülerleşmiş bir kült  korku klasiği.


Öncelikle sahne geçişleri çok başarılı yapılmış. Filmin belli bir başlangıcı yok. O yüzden hikayeyi bütün ve anlamlı bir haline getiren sahne geçişleri oldu. Aynı zamanda izlenilirliği artırdı. Hemen hemen her ana eşlik eden klasik müzik ve değişik gerilim anlarında arka fonda duyulan müziklerde filmin gizemli havasını tamamlıyor. Kan, şarap ve klasik müzik, piyano, çello, keman, büyük odalar ve heykelleri ile oluşturulan set dekorasyonu bir düş izlenimi uyandırarak bizleri mistik bir atmosfere sokuyor. Bu anlamda, fantastik yoğunluğu olan bir film. Ayrıca yaratılan bu atmosfer ile sanki bir post-punk grubun müzik videosu havasında geçer film. Yönetmen Tony Scott'ın bu ilk işinden önce, müzik video piyasasında da çalıştığını öğreniyoruz ve o sektördeki tecrübesini ilk uzun metrajına başarıyla taşımış. Tony Scott daha o zamandan görselliğe/ atmosfere ve renklere ne kadar hakim olduğunu göstermiş, kanıtlamış bu ilk uzun metraj çalışmasında. Sanırım, Tony Scott için bu hikayenin en korkutucu yanı, yılların güzelliği mağlup etmesiydi. Zira bildik klişelerin yaratması gereken korkunun yerini burada ölüm ve yaşlanma korkusu almış. Onca yıldır önü kesilmiş, engellenmiş yıllar bir anda bastırır, güzelliği yer bitirir ve güzelliğin sahip olduğu gücü de sıfıra indirir. Yaşlılığın bir anda ortaya çıkması yılların onlardan aldığı intikamı simgeler.


80'ler New York underground'u, punk, vampir mitolojisi ve metaforunu bin bir farklı okumasıyla kendi zaman/mekanına uyarlaması, tuhaf kamera ve kurgusu, başarılı müzikleri, sanat ve görüntü yönetimiyle tüm zamanların en iyi ve sıra dışı vampir filmlerinden biri. Bir diğeri için Interview with the vampire örnek gösterilebilir ya da yakın dönemden only lovers left alive.



Thursday, November 28, 2013

After Glow

After Glow


"Without music, life is a journey through a desert." cümlesiyle baslar bu kısa filmimiz. Daha önce diğer kısa film çalışması House InvasiON'dan bahsettiğimiz genç yönetmenimiz Yağız Acar'ın diğer başarılı kısa çalışmalarından biri de After Glow. Tamamı Los Angeles'da çekilen bu çalışma yaklaşık 18 dakikalık bir görsel müzik şöleni. California International Short Film Festival ve Sun & Sang Film and Music Festival gibi önemli Film Festivallerinden kabul görmüş bir çalışma. İçine güzel islenmiş dramatik konusu ile de birleşince seyir zevkini de artırmış. House InvasiON'daki müzik video/öyküsel anlatım tarzını bu filmde de devam ettirmiş. Zaten yönetmenin çok sevdiği bu müzik türünü ciddi konular ile başarılı harmanlıyor. Bu anlamda kurgulama açısından da başarılı bir iş çıkartmış. Önceki filmlerinde de olduğu gibi "AfterGlow"un da editini kendi üstlenen yönetmen, yine dinamik ve sizi hikayenin içine sürükleyen bir kurguyla karışımıza çıkıyor.
Genç yönetmen Yağız Acar'a müziğin gücüne başka bir yolculuk.
Filmimiz bir hastane odasinda baslar ve ana karakterimiz Andy ile tanisiriz. Hasta yataginda olmasina ragmen kulaginda kulaklik, son setiyle ile ugrasir ve ruyalara dalar. Ruya sahneleri, Los Angeles'in harika plajlarini icerirken gunesin batisi ile bulusturur bizi yonetmen. Harika gorsellikle beraber arkadan gelen muzigin temposunun artmasiyla filmin icine cekiliriz. Derken muzik yavaslar ve Andy gerceklerle yuzlesmeye baslar. Karsisindaki doctor ona kanser oldugunu, karsilasacagi fiziksel ve pisikolojik sorunlari aktarir. Bu genc muzik sevdalisi, DJ Prodcutor, amansiz bir hastaliga yakalanmistir ve kemoterapisi yaklasmaktadir. Bunun yaninda ilk isin tedavisini alicagi ayni gunlerde, uzun zamandir gitmeyi planladigi o cok sevdigi muzik festivalide baslamaktadir. yani akli ordadir. O onemli gun gelip cattiginda cok yakin oldugu buyuk abisi onu hastanede ziyaret eder. Andy bir sekilde abisini onu cok istedigi muzik festivaline goturmek icin ikna eder. Ardindan olaylar gelisir seklinde kisaca ozetliyebiliriz filmin konusunu. Yani anliycaginiz asil tedavi disarda diyor After Glow, sokakta, ugraslarimizda, tutkularimizda, sevdiklerimizde. Kimimiz bunu muzikle, dans ile asariz kimimiz ise sevdigi baska bir isle, ugrasla. Hepimiz hayatin icindeki bizi iyi hissettiren degisik seylerle kendimizi motive ederiz. Tabi oykunun gercek olaylardan esinlenmis olmasida, hikayeyi dahada bir organic ve vurucu, hale getiriyor.
Yonetmenin bu calismasi ile anlatmak istedikleri, soylemek istedikleri sadece bunlari degin dahasida var: Bu muzik turunu seviyor, bu asikar ama bu turun ve kulturun temelinde yatan birlestirici ve iyilestirici gucu insalara anlatmak, aktarmak istiyor. Onun icinde bunu yansitmak icin belkide en iyi araclardan birini gayet de iyi kullaniyor; sinemayi. Hem kendi tecrubeleri hemde yaptigi akademik arastirmalar sonucu muzigin insan uzerindeki etkisi, melodinin psikolojik acidan hayata pozitif yansimalarini hissettirmeyi hedeflemis, bu genc sinemaci.


Drama olarak da filmimiz belli bir seviyenin ustunde. Insanlara kendi hayatlariyla ilgili onemli noktalarda secme sansi verilmesi gerektigini vurguluyor film. Yani hayatinin son gulerini hastane odasinda mi yoksa kendini ait hissettigi yerde mi gecirmeli kararini Andy vermeli diyor ve bunun mucadelesini ozelliklede abi kardes arasinda gecen dramatic diagloglarla, ekrana aktariyor. Ve Andy inandigi seyler ugruna risk aliyor, hastaneden cikip, festival dogru yol aliyor. Cunku bu muzik belkide ona uygun en iyi terapi. Festivalin o buyulu atmosferinin (burdada gorsellik on planda, yonetmen daha once bulundugu ve cekim yaptigi bir cok festivalden de tecrube ederek kamerasini nereye koymasi gerektigini bilmis) ona iyi gelicegini dusunuyor. Ek olarak sunu da belirtmemiz gerek; drami yansitmak acisindan gecmise donus ve ruya sahnelerini de iceren gecis sahneleri kisitli butceyle cekilmis bir kisa filme gore gayet carpici. Sinemadaki sahne gecislerinin sadece gecis olmadigini nasil vurucu bir sekilde yapilmasi gerektigi hakkinda bir ders niteliginde gosteriyor.
Ayrica dostlugun, kardesligin oneminide vurgulayan bir calisma. Filmde, Andy'nin kardesi Gabriel'in tek yapmak istedigi kardesini mutlu etmek ve bunun ugruna buyuk bir risk ve sorumluluk alarak kardesini hastanede kaciriyor. Doktorkiliginda kacirirken yonetmen bu sahnelere biraz mizah katiyor buda filmi eglenceli kiliyor.  Ayrica filmin sonununda acik birakilmasi, izleyende acaba sorusunu doguruyor. Bu filmi festivalde izleyenler ardindan kendini festival alaninda bulanlar, hepsinin aklinda farkli bir son, farkli bir an olduguna eminim.


Basroldeki 2 kardesin gayet basarili uyumlari, senaryonun kisa filme gore saglamligi, basarili muzik secimleri, gorsel anlamda kameranin iyi kullanimi ve iyi secilmis Los Angeles manzaralari & festival anlari ile kisa bir filmden fazlasini bulucaginiz bir calisma After Glow. Yonetmen Yagiz Acar'in da artik kisa filmlerden uzun metrajlara adim atmasi gerektigini vurguluyor. 


Friday, November 15, 2013

House InvasiON

House InvasiON




Kimilerine göre bilgisayarı müzik aleti gibi çalmak, kimilerine göre ise bir felsefesi olan (ask, barış, huzur gibi) müzik dalı. Ama ne olursa olsun artık dünyada büyük fanları olan, hemen hemen bütün gezegende dinlenen, popüler kültür ikonu haline gelen bir müzik turu; Elektronik Müzik. İçinde çok sayıda alt tur barındıran bu yelpazesi geniş müzik turu için artık ses kadar görsellik de çok önem kazanmaya başladı. Kulüplerin düzenlediği çeşitli sahne showları ile başlayan bu görsel zenginlikler kameralar ile de tanıştı. Genç sinemacı Yağız Acar da bu işe gönül veren, sevdiği, takip ettiği bu müzik turunu mesleğiyle birleştirerek bu turun video klip piyasasında da yer etmesini sağlayan bir sinemacı. Yaptığı iki kısa film çalışması ile şimdiden bir çok unlu DJ ile çalışma imkanı bulan ve onların takibine giren bu genç sinema adamının hedeflerinden biride bu müziği görsellikte de bir markaya dönüştürmek. Bu anlamda yapmış olduğu 2 kısa filminde de müziğin şehirleri diyebileceğimiz New York City & Miami'yi hatta Los Angeles'ı da ne kadar iyi kullandığını, resmettiğini söyleyebilir.
Elektronik muzik uzerine bu ilk kisa calismasi icin yonetmenin tarzını buldugu film diyebiliriz. New York'da cektigi House InvasiON yaklasık 25 dakika uzunlugunda. Aslında sinemasal tur olarak film bilimkurgu, fantazi ve video muzik arasında harmanlasmıs ve degisik, farklı bir stil ortaya cıkmıs ama bu da filmde seyirciyi yormayan aksine ilgi cekici bir hale getiriyor. Ozunde elektronik muzigi anlatan, bu turun insanlar uzerinde nasıl bir psikolojik etki yaptıgını ve insanları pozitif anlamda nasıl sekillendirdigini, bilim kurgu turu sinemadan beslenerek anlatıyor. Buna birde kurgusu olan hikaye ile destekleyerek seyir zevkini artırıyor. Bu baglamda konusuna biraz deginirsek, New York sehrinde elektronik muzigi yaymak isteyen ve genclerden olusan bir organizasyonun calısmaları ve bunu engellemek isteyen, muzik sektorunu de elinde tutan buyuk bir produksiyon sirketi ile aralarında gecen mucadele seklinde kısaca ozetleyebiliriz.
Yonetmen konusu itibariyle yapmak istedigini, hedefini gosteriyor. Genel sinema gozlemi, gorusu fantazi ve kurgu olan yonetmen bu ogeleri filminde de yeterince iyi kullanıyor. Cunku toplumlarda yeni bir konu yada turu kabullendirmek ve de bunu gorsel olarak sunmak cok zor. Hele de bu konu anlatanın kendi kisisel zevklerinden biri ise ve toplumdaki genel gecer havaya ait degilse. Demek istedigim eski kafa zihniyetindeki bir toplum yapısı yeniliklere acık olmadıgından yenilikci yaklasımlar kabul gormez. Film biraz da bundan da bahsediyor. Film yenilikleri kabul ettirme cabasinda. Elektronik muzik bangır bangır geldiginin mesajını veriyor filmde. Butun o olumlu, pozitif sinerjisini filmde yansıtıyor.


Filmdeki basrol karakterlerin baslarından gecen surec de aslında sinemanın temel kuramlarından olan kahraman ve yol ogelerini de bulmak mumkun. Yonetmen Yagız Acar kendi filmini yaparken yani bireyselligi on planda olan bir calisma gibi gozukurken, bu ogeleri kullanarak aslında topluma, genele hitap eden bir calisma ortaya koymus. Kahraman ogesi olarak filmi tasıyan genc cifti gosterebiliriz, filmin tamami boyunca yasadıklari macera ise "yol"un sinemadaki bir baska tanımı. Ayrıca film, muzigin insan vucuduna ve psikolojiye etkilerini gozler onune serer ve bize hatırlatır "muzik vazgecilmez bir olgudur hayatımızda".
Filmin sundugu baska birtakım mesajlarda var. Uyuyan toplum misali uyanısa giden yolda bir kilit rol ustlenmis muzik. Insanlar sosyal problemlerle yuzlesirken ve yalnızlasırken muzikle bir arada olabilir, birbirlerini tutabilir ve destekleyebilirler buda o toplumun refahını arttırır. Altdan altdan boyle sosyal mesajları da gozler onune sererek filmin toplumsal bir misyon edindigini de soyluyebiliriz.
Filmde, bu genc ciftimiz ve calıstıkları organizasyon kısa surede bu muzik turunu yayarlar ve insanlar uzerindeki etkilerini gozlemlemeye baslarlar. Bu sahneler de sinemanın deneysel yuzunu gormek mumkun. Bu da genc bir sinemacının kısa ama oz calısmasında ki yelpazesinin ne kadar genis oldugunu gosteriyor bize. Deneysel diyebiliriz ama kurgu da var icinde ve bir muzik turunu basarıyla ekrana yansıtmıs.
Gorsellik anlamında da House InvasiON gayet doyurucu. New York'un ustten cekimleri, Manhattan'daki kalabalık sahneler, konser ve kluplerdeki sahnelerde, ısıgın dogru kullanımı ile tam bir renk paleti icinde yer alıyorsunuz. Gorsellige gercekcilik katmak acısından da el kamerası cekim tarzı da gayet oturuyor filmin yapısına. Bununla beraber filmin editini kendisi ustlenen Yagiz Acar izleyenlere muthis bir ritim vaat ediyor.  Aynı zamanda kullanılan basarili muzikler goruntulerle de birlesince gayet guzel bir video klip izlenimide veriyor. Zaten genc sinemacının da yapmak istedigi bu: o cok sevdigi kurgu ve fantaziyi gercekci bir uslupla ve sosyal konular ile birelestirerek, ortaya gorsel yonu agır basan ama konusu da en az gorselligi kadar vurucu olan filmler ortaya cıkarmak.
Türü, kurgusu ve konusu itibariyle çok az rastlanan, belkide türünün tek örneği diyebileceğimiz filmi 2014 yılında izleyiciyle bulusturmak icin sabırsızlanan Yağız Acar piyasadan aldıgı yorumlardan dolayı filmin buyuk bir sukse yapıcagını dusunuyor ve buna katılmamak elde değil.

Monday, December 10, 2012

MIDNIGHT COWBOY


MIDNIGHT COWBOY (1969)

KOVBOY MİTİNİN ALAŞAĞI EDİLDiĞİ FİLM




Cast: James Leo Herlihy’nin aynı adlı romanından uyarlanan filmin başrollerinde 2 usta aktör Jon Voight & Dustin Hoffman var. Yönetmen ise Sunday Bloody Sunday (1971) ve Marathon Man (1976) filmlerinin de yönetmenliğini yapmış, bu filmi ile en iyi yönetmen Oscar’ını almış İngiliz John Schlesinger.

Dustin Hoffman topal rolünü inandırıcı kılabilmek için ayakkabısının içini çakıl taşlarıyla doldurmuş. Peki Hoffman Ratso rolünü nasıl kapmıştır? Hoffman büyük caddelerden birinin köşesinde yapımcılardan biriyle ön görüşme tanışma amaçlı ayaküstü bir randevu koparıyor. Yapımcı buluşma yerine gidiyor, beklemeye başlıyor ne gelen var ne giden. Tam oradan ayrılacakken hemen ötede dilenmekte olan topal dilenci yanına yaklaşıyor ve kendini tanıtıyor: “Ben Dustin Hoffman!”

Ödüller: National Board of Review (1970), 7 dalda Altın Küre adaylığı almış, en iyi film ve en iyi çıkış yapan aktör (John Voight) ödülünü almıştır. Berlin Uluslararası Film Festivalinde OCIC ödülünü kazanmış. 7 dalda BAFTA adaylığından 6'sını kazanmıştır. En iyi film, yönetmen ve oyunculuklar dâhil. Ve son olarak 7 dalda Oscar adaylığından en iyi uyarlama senaryo, yönetmen ve en iyi film dallarını kazanmıştır. John Voight ve Dustin Hoffman en iyi aktör dalında adaylık kazansalar da o sene bu ödülü gerçek kovboy John Wayne almıştır. Fakat şahsi görüşüm ikisinin de ödülü paylaşmasıydı. Teksas'dan gelen şaşkın genç rolünde John Voight, metropol şehirdeki şaşkınlığı o kadar iyi gözler önüne sermiştir ki, performansı gerçekten kendini izlenilir kılıyor. Dustin Hoffman ise, hem sakat ve hasta hem de fakir ve dolandırıcı New Yorkluyu çok iyi canlandırmış. Bu adam gerçekten oyuncu olmak için doğmuş sayılı aktörlerden biri. İki başrol oyuncusunun yani sıra Sylvia Miles da 6 dakikalık rolüyle en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülüne aday olmuştur. Bu akademi ödüllerine aday olan en kısa performanstır.




İçerdiği seks ve uyuşturucu sahneleriyle “X” sınıflandırma alarak, Oscar tarihinin ilk yetişkin filmi Geceyarısı Kovboyu. Amerikan toplumsal yapısının çöküşüne gerçekçi bir şekilde yaklaşan 1969 yapımı film, iki kayıp ruhun birbirine tutunmalarını anlatıyor. John Voight, New York`a jigololuk yapmaya gelen erkek güzeli taşralı Joe Buck, Dustin Hoffman'ın da engelli bir verem hastası olan Rico “Ratso” Rizzo'yu canlandırmıştır.

Teksas`taki kasabasını terk ederek Rüya Şehir New York`a gelen Joe Buck'ın görüntüleriyle açılır film. Fırsatlar diyarında jigololuk yaparak zengin olacağına inanan genç adam, kısa sürede rüyadan uyanır ve gerçekliğe toslar. Kendisi gibi bir “tutunamayan” olan dolandırıcı Ratso`yla, kurt kapanında varoluş savaşı verecektir.




2 oyuncusunun doğaçlama diyalogları, atmosfer yaratan soundtrack'i ve çürümeye yüz tutmuş New York simgeleriyle dikkat çeker Midnight Cowboy. Şehrin arka sokaklarında takılıp kalmış bu iki karakterin zamanla oluşan dostluğu çerçevesinde şehirdeki sınıfsal ayrımı biraz da insanı duygulandıran, acıtan bir şekilde anlatıyor filmin makaraları.

Filmde ilk başta yabancılaşma teması işlenir. Taşradan New York`a gelen kovboyumuz şaşkın şaşkın dolanmaktadır. Yerde yatan adama donup bakınmayanların şehridir burası. Sonrasında ava giden avcı konumuna düşer: Jigololuk yapmaya gelmiştir, ama kendinden yaşlı bir kadına parasını kaptırmıştır, sonra kendisini yaşlı kadınlarla tanıştıracak bir aracı olduğunu iddia eden Ratso`dan kazık yer.


En temiz film açılış yöntemlerinden biri de güzel bir müzik eşliğinde karakteri göstermek, tanıtmaktır. Bazı yönetmenler, müziğin yakalayıcı etkisinden yararlanmak isteyip hemen filmin başına koyabilirler. Şapkası ve çizmeleriyle birlikte tam bir kovboy olan Joe Buck`ın uzunca bir yürüyüşüyle başlıyor film. Ve bu noktada Harry Nilson`ın “Everbody`s Taklin” adlı şarkıcı çalmaya başlıyor. Şarkı seçiminin muhteşemliği seyirciyi etkisi altına almaya başlıyor ve karakterin nasıl bir tip olduğu ve nasıl bir çevrede yaşadığına dair bilgi ediniyoruz. Ayrıca soundtrack`inde yer alan Florida Fantasy adlı parça bizim Sezercik filmlerinde de bol bol kullanılmıştır zamanında.


Aslında, özünde bir yol filmi de diyebiliriz, alttür olarak... Kahraman yola çıkar film başlarken, Rota Teksas`dan New York`adır. Film boyunca köşeyi dönme amacı içinde hep bir yol arayışındadır metropolde. Ve filmin sonunda, bu sefer rota New York`tan Miami, Florida'yadır. Ve bu sefer gayesi başkadır, daha standartlara uygun bir amaçtır. Doğru düzgün bir iş bulup, hayatını sürdürmek, hayatta kalmak…

Film temelde dramdır, tur olarak. Ama alttürlerine inersek, yan temalarına bakarsak, filmde antikahraman, uyuşturucu, dostluk, yalın gerçeklik, tecavüz gibi temalar genel anlamda filmin vurucu noktalarıdır. Ayrıca, bu filmi dönemindeki sinema yapısı ve tekniği ile de değerlendirmek gerekir. Bugün bize tanıdık gelen hikâye aslında o dönem için yeniydi ve modern sinema kalıpları içinde filmin gereksiz ya da konuyu uzatan yerleri olarak sıralanabilecek sahneleri dönemin hikâye anlatıcılığı için gerekli ve de yeniydi. Ama dönem Fransız Yeni Dalgasının dünya sinemasını kasıp kavurduğu bir dönemdi ve Amerika`da da bunun etkileri o dönem görünüyordu. O yüzden yönetmenin bu filmi biraz da o dönem yenilikçiliği ile değerlendirilmeli.


Film, 60’larda tavan yapan temalar üzerine döner, zamanına göre gayet cesurdur. Cinsel özgürlük, kent hayatı, bireysellik, yalnızlık, uyuşturucu kullanımı, homoseksüellik ve homofobi, kovboyluk -40'lı 50'li yıllarda tavan yapan kovboy imajının yıkılışı, bir başka örnek Brokeback Mountain- kasaba naifliği ve kent kurnazlığı irdelediği olguların birkaçıdır filmin. Yok yoktur filmde, gerçekten alt metinleri çok dolu olan bir sinema olayıdır Midnight Cowboy.

Arka planda toplumsal olayların çok iyi işlendiği film. Hiçbir şey söylemeden, asker savaş falan göstermeden Vietnam savaşının sürdüğünü, Latino göçmenlere düşmanca bakıldığını, gelir adaletsizliğinin uçurum oluşturduğunu, izleyicinin gözüne sokmadan anlatıyor.

Parti sahnesi çok manidardır. Ratso açık büfe tezgâhtan salamları cebine atmaya başlar, bir hatun onu fark eder ve “bedava olduğu halde niye çalıyorsun” der. Ratso da "Bedavaysa çalıyorum sayılmaz ki" diye karşılık verir.


Filmde çeşitli alegoriler de vardır… Kovboy Joe`nun radyosundan duyulan ve ilk New York`a geldiğinde Amerikan rüyasına dair çeşitli şeyler duyulur… Ama işler kötüleştikçe radyoyu yani Amerikan rüyasını aç kalmamak uğruna satacaktır. Bunun yanı sıra bir Atari salonunda oyuncak tüfekle başarısız atışlar yapmaktadır. Artık ihtişamlı kovboylardan eser kalmamıştır.

Nedir bu filmin değiştirdiği? 50'li yıllara kadar Amerikan sinema endüstrisinin hedef kitleleri ve de ayrışması belli bir çizgideydi: Kadınlar için melodramlar, erkekler için western. Oysa Midnight Cowboy karakterleri melodramın içine sokuyor. Üstüne üstlük cinsellik konusunda cesur ve de açıktı, Amerikan rüyasının dışında kalanları, yoksulları kamerasının önüne yerleştirmişti; bir var olma savaşını aktarırken, eşcinselleri, yoksulları, göçmenleri kullanıyordu.



Her gün içinde görmezden gelinen Rico & Joe`nun yani yoksulluğun, dışlanmışlığın, göçmenlerin, Vietnam savaşının, cinselliğin ve cinsel açlığın, yozlaşmışların, alt kültürün en sonunda kendilerinin varlığını haykırmak için “Hey, I am walking here!” diye bağırmaları filmin her yerine işlemiştir.

Joe, kovboyların vaktinin geçtiğini anladığında ise çizmelerini çöpe atmakla yetinecektir. Bu sahneyle birlikte 50li yılların kovboy filmleri de alaşağı ediliverir. Artık kovboy miti de sistemin ve iktidarın değişimine kurban olur.








Saturday, November 3, 2012

The Thirteenth Floor

THE THIRTEENTH FLOOR (1999)



1999 yapımı, yönetmenliğini Josef Rusnak`ın yaptığı, başrollerde Craig Bierko, Armin Mueller-Stahl, Gretchen Mol, Vincent D`Onofrio ve Dennis Haysbert`in oynadığı, Daniel F. Galouye`nin Simulacron-3 adlı kitabından uyarlanan bilimkurgu filmi.

The Matrix, Dark City, Existenz gibi varoluşçu temalara sahip filmlerle konusu itibariyle büyük paralellikler taşısa da bu filmlerin gölgesinde kalmış, DVD piyasasına düşmüş bir filmdir. Zaten saydığımız filmlere nazaran bütçesi çok daha düşüktür; yaklaşık 16 milyon $.

Matrix ile aynı yıl çekilmiş olmasının dışında benzerlik taşıdığı unsurlarının kanıtı olabilecek bir başka değişik ve güzel bir sahne de Matrix filminde yer alır: Neo`nun disketleri sakladığı kitabın adı Simulacra and Simulation`dir. Bu filmin uyarlandığı, fikirlerini benimsediği kitap.

Filmin Matrix ile kıyaslanmasını bazı kesimler onaylarken bazıları da katiyen bu kıyaslamayı kabul etmez. Nede olsa Matrix, milyonlarca dolar harcanan bir modern klasiktir, felsefidir, alameti farikadır. Fakat Matrix`in içerdiği alt başlıklar -ki bu filmde de işlenen konular- kavga, dövüş ve efektlerin altında biraz kaybolmuş gibi göründüklerinden, bazıları The Thirteenth Floor`un ana düşüncesini daha çok benimser ve beğenir.

Filmin soundtrack`inde The Cardigans, Deep Dish gibi sevdiğim, takip ettiğim gruplar var.


Film ünlü düşünür Descartes`in sözü ile başlar: Düşünüyorum, öyleyse varım.

Filmin konusuna gelecek olursak (spoiler içerir); büyük bir bilgisayar şirketinin sahibi olan Hannon Fuller çok önemli bir şey fark eder ve bunu ortağı Douglas Hall`a söyleyeceği esnada öldürülür. Keşfettiği şey sebebiyle öldürüleceğinin farkında olduğu için bir barda görevli olan Jerry Ashton`a, Douglas Hall`a iletmesi için bir mektup bırakır. Fakat Jerry Ashton mektubu açar ve okur. Douglas Hall mektuba ulaşması için sanal olarak kurulmuş paralel dünyaya gitmek zorundadır. 1930’lardaki bu dünya Hannon Fuller ve Douglas Hall`un şirketinin 13. katındaki bilgisayar yardımıyla geçiş yapılabilen ve orada buradaki kişilerin karşılığı olan bir dünyadır. Hannon Fuller`in karşılığı Grierson, Douglas Hall`un karşılığı John Ferguson, şirkette bu olayı bilen üçüncü kişi olan Jason Whitmey`in karşılığı ise Jerry Ashon`dır. Karşılıklarının bedenine geçerek 1930lardaki bu sanal dünyada farklı şeyler denemektedirler.

Hannon Fuller mektubu paralel dünyadaki Jerry Ashton`a bıraktığı için Douglas Hall cinayetin tek ipucu olan bu mektuba ulaşmak için paralel evrene gider. Bu sırada dedektif Larry Mcbain, Hannon Fuller`ın cinayeti konusunda Douglas Hall`den şüphelenmektedir ve zaten tüm deliller de onu işaret eder. Hannon Fuller`in kızı olduğunu iddia eden Jane Fuller da paralel evrene geçmeyi sağlayan makinenin iptal edilmesi için elinden geleni yapmaya çalışmaktadır. Douglas Hall sanal olan evrene geçtiğinde Jerry Ashton`dan mektubu okuduğunu ve okuduktan sonra yazılanları izleyip çok kotu bir gerçekle karsılaştığını öğrenir. Jerry Ashton kendi dünyalarının sanal olduğunu öğrenmiş ve artık onun için hiçbir şeyin anlamı kalmamıştır.


Douglas Hall 1999`daki dünyaya döndüğünde Hannon Fuller`in neden kendisinin de bildiği simülasyonun sınırları olduğu gerçeğini ona iletmek istediğine bir türlü anlam veremediğinden Jerry Ashton`un yaptığını yapar ve “yol işaretlerini izleme ve hiçbir şekilde durma, barikatlarda bile” talimatını izler. Öğrendiği şey kendi dünyasının da sanal olduğudur. Karşılaştığı sahne dünyanın bittiği yerdir ve henüz tamamlanmamış sanal çizgilerden ibarettir. Bu arada Hannon Fuller’ın kızı olduğunu iddia eden Jane Fuller da ortadan kaybolmuştur. Douglas Hall izini takip ettiğinde onun da aslında başka bir dünyadan buraya gelen ve kasiyer kız Natasha Molinaro`nun bedenine giren biri olduğunu öğrenir.


Simülasyon içinde simülasyon olduğundan, matematikte alt küme kavramına karşılık gelen bir film. Inception da bu tarzda bir filmdir. Alt kümelerin hiçbiri en büyük küme olmayabilir, o yüzden filmdeki kaçıncı simülasyondur, iste burası tartışılır. Asla emin olunamamakla birlikte, insani “acaba bende bir simülasyon muyum?” diye düşündürten bir yapım.
Filmin vurucu olabilecek bir hususu da; eğer yerini alacağınız sanal karakteri öldürürseniz, onun sanal kişiliği gerçek diye tabir ettiğimiz dünyada size yerleşir. Bu oldukça ilginçti. İntihar ettiğinizde geçici olarak kullandığınız bedenin sahibi olan bilinç paralel evrende sizin bedeninize yerleşiyor. Gene bu anlamda, filmde yer alan, sanal bir karaktere aşık olma hususu var. Yani fiziksel özelliklerini beğendiğiniz birini sanal evrende yaratmak, ona istediğiniz karakter özelliklerini yüklemek ve son olarak esas kişiyi öldürüp sanal karakteri bir şekilde “gerçek” diye tabir edilen boyuta çekmek.






Film için keşke diyebileceğimiz konular da var: Keşke Gretchen Mol`un karakteri üzerine biraz daha durulabilseydi, kesinlikle efsanevi bir femme fatal çıkabilirdi. Ya da filmin sonunda, 2024 yılındaki gösterilen evrende, keşke daha dark-noir bir atmosfer kullanılsaydı, Blade Runner havası verilseydi. Bu konularda daha iyimser yaklaşılmış ve distopya yerine daha ütopik bir dünya gösterilmiş. Ve keşke başrol oyuncusu Craig Bierko yerine daha iyi bir secim yapılsaymış. Kesinlikle bir filmi taşıyabilecek, sürükleyebilecek bir başrol oyuncusu değil. Şahsi tercihim Brendan Fraser olurdu o dönem için. Bunun dışında, az görülmelerine rağmen Dennis Haysbert ve Armin Mueller-Stahl her zamanki gibi çizgilerinde, başarılı bir oyunculuk sergiliyorlar.


Film, gerçeklik algısı üzerine kurulmuş, gerçekliğin yeniden üretilmesi, yeniden inşası temeline dayanıyor. İç içe geçmiş sanal dünyalardan hangisinin gerçek olduğunu ve gerçeklik kavramının hangi ölçülere göre şekillendirildiğini anlatıyor. Filmin sonunda karakterin gerçek dünya olarak bildiği kendi dünyasının da sanal bir gerçeklikten ibaret olduğunu anlaması şu an içinde yaşadığımız dünya algısının da buna benzer bir nitelik taşıdığı öğesini düşündürtüyor. Sonuçta hangisi gerçek; dokunmak, görmek ve hissetmek mi yoksa düşünmek ve var olduğunu bilmek mi? Filmin ana konsepti ve olay örgüsünün bu düşünce etrafında cereyan ettiğini söyleyebiliriz. Diğer yandan yaratılan bu sahte dünyalara da insanın tanrıyı oynaması düşüncesi de var. Filmde insan kendisini tanrılaştırmak istediği dünyayı yaratır, onun içerisine girer ve istediğini yapabilir.


Film Jean Baudrillard`ın simularkum ve simulasyon tanımlarını fazlasıyla kullanması açısından dikkat çekicidir. Jean Baudrillard`a göre (Simulacra & Simulation, University of Michigan Press, 1994, p.9) ilk aşamada imaj yani görünen şey temel gerçekliğin bir yansımasıdır. İkinci aşamanın ortaya çıkardığı şey ise gerçeği maskeleyen ve sapkınlaştıran bir şeydir, üçüncü aşamada gerçeklik diye bir şeyin olmadığı ortaya çıkar, dördüncü aşama ise imajın hiçbir gerçekliğe dayanmadığı, sadece bir simülasyon olduğunu gösterir. Kısacası, simularkum gerçeklikte hiçbir karşılığı olmayan mutlak sanaldır. Filmde tam da bu argümanı destekler şekilde bir seyir izler.

Film, 1930’lardaki dünyada başlar, Hannon Fuller bir mektup yazmış ve onu barda görevli olan Jerry Ashton`a bırakmıştır (ilk aşama). Bir süre sonra öğreniriz ki, bu dünya gerçek değildir. Sadece gerçeğin bir yanılsamasıdır (ikinci aşama). Bunu 1999’daki yaşamın varlığı sayesinde öğreniriz. 2024’teki üçüncü bir dünyanın ortaya çıkması ve 1999’un bunun paralel dünyası olduğunu öğrendiğimizde, ilkinin gerçeğin bir saptırması olduğunu bize söyleyen şeyin de (1999’un dünyası) gerçek olmadığını fark ederiz. Böylelikle gerçeklik diye bir şeyin olmadığı fark edilir (üçüncü aşama). Filmin sonunda, 2024’ün bir televizyon kapanışı gibi bitişi her şeyin mutlak sanal olduğunu, simularkumdan başka bir şey olmadığını gösterir. (dördüncü asama).


Kritik soru şudur: Hiçbir gerçeklik yoksa görünen hiçbir şey gerçeğin bir yansıması (Platon) değilse, o halde yaşamı mümkün yaşanabilir kılan şey nedir? Filmin buna verdiği cevap bir gerçeğin (yani hiçbir gerçekliğin olmadığı gerçeğinin) farkında olunmadığı bir dünyaya geçmektir. Jerry Ashton hiçbir şeyin gerçek olmadığı gerçeğini fark ettiğinde hayatını sürdürebilmek için aradığı şey yeni bir gerçekliktir ve Douglas Hall`a “Şimdi bana neyin gerçek olduğunu göstermeni istiyorum” der. 1999’daki dünyaya gelmesi ona yaşamı yeniden anlamlı hale getirmiş ve her şey ne kadar garip olsa da, bu dünyanın gerçek olduğunu bilmesi ona burasını bir önceki dünyadan daha katlanılabilir kılmıştır. Douglas Hall da benzer bir problem yaşar ve bundan çıkış olarak bi üst dünyaya, 2024’e gitme yolunu seçer. Filmde ısrarla yeniden bir gerçeklik arayışı ortaya çıkar. Her şeyin yalan olduğunu öğrendik ama buna rağmen yaşamı nasıl hala mümkün kılabiliriz? Bu yalanlara rağmen kendimize inanacağımız yeni doğrular buluruz.





Wednesday, February 29, 2012

STANLEY KUBRICK


MUKEMMELLIYETCILIGIN USTASI: STANLEY KUBRICK


Hollywood çevrelerinde meşhur bir fıkra vardır: Steven Spielberg ölür ve meleklerin karşısına çıkar. Melekler bunun amel defterine bakar ve “Bayım sizi cehenneme alıyoruz” der. Spielberg şaşırır “Efendim, nasıl olur? Ben hayatım boyunca insanların mutluluğu için çaba verdim, muhtaç olan herkese elimden geldiğince yardım ettim, üstelik dindar da sayılırım. Cennete gitmem gerekmez mi?” diye itiraz eder. Melek “Bayım, haklısınız, güzel bir insanmışsınız ama siz yönetmensiniz. Yönetmeliğe göre bütün rejisörler cehenneme gitmek zorunda” diye cevaplar. Steven kaderine razı olur ve “Bir ricam olacak. Ben hep cenneti merak etmişimdir. Bir kapıdan bakabilir miyim?” der. Melek de Steven’a acır ve “Bir göz atabilirsin ama içeri girmek yok” der. Steven cennetin kapısından içeri bakar ve Kubrick’i bisiklet sürerken görür. Sinirle meleğe döner, “Kardeşim hani tüm yönetmenler cehennemdeydi? Adam resmen burda işte” diye bağırır. Melek içeri bakar, Kubrick’i görür ve “Yanılıyorsunuz beyefendi. O yönetmen değil tanrının ta kendisidir” der. 

Sinema tarihi boyunca, bu sanatın her türünde en iyi işlere imza atmış, her biri başyapıt ya da modern klasik olmuş kaç yönetmen sayabilirsiniz?  Çoğu sinemasever Stanley Kubrick der, başkası aklına gelmez. Sergio Leone “Spaghetti Western”in, Alfred Hitchcock ise gerilimin ustasıdır. George Romero, John Carpenter deyince akla korku filmleri gelir, George Lucas deyince de bilim kurgu. Fakat Kubrick deyince akla bir yönetmen gelir: Tarihi, epik film çekebilen, ardından bilimkurguda çığır açan, ardından korku-gerilim ve hatta savaş filmi çekebilen ve her çektiği olay olan bir yönetmen.

Stanley Kubrick 16 yaşında liseden mezun olduktan sonra, dönemin ünlü dergilerinden Look’da fotoğrafçı olarak iş bulur. Dergide çalıştığı yıllarda Amerika’yı baştan sona dolaşma fırsatı bularak birçok fotoğraf çekmiştir. İşte o fotoğraflardan birkaçı:
                                                                                                                                                                   







Etkilendiği sinemacılar Ingmar Bergman, Federico Fellini, David Lean’dir. Max Ophuls’un akışkan kamera tekniği de Kubrick’i etkilemiştir.

Uzak bir şatoda tek başına yaşayan, insanlığı sinema yoluyla ele geçirmek için planlar yapan, deli bir profesör (Christiane Kubrick)

Filmlerinin ortak noktası, bir kişinin kendini genel kurallardan arındırması ve toplumun dışına çıkmasıdır. Kubrick der ki; “İnsanın hayvani ve vahşi doğasıyla ilgileniyorum, çünkü bu onun gerçekçi bir portresidir”. Bu anlamda eserlerindeki ana karakterlerin neden kötü ya da şeytani olduğu konusunda yöneltilen bir soruya da şöyle cevap verir: “Şeytani karakterlere özel bir yakınlığım yok; ancak onların hikâyeler için son derece yararlı olduklarının altını çizmem gerekir. Naziler hakkında yazılmış bir kitabı, Birleşmiş Milletler hakkında yazılan bir kitaptan çok daha fazla insan okur. Gazeteler hep kötü olayları manşet yaparlar. Dolayısıyla bir filmdeki kotu karakterler, pekâlâ iyi karakterden daha ilginç olabilir.”

Filmi nasıl çekeceğinizin önemi yoktur, asıl zor olan neyin çekileceğidir. (Stanley Kubrick)
Kubrick çekimlerde her şeyi kontrol ederdi. Işık, kamera açıları, set tasarımı, makyaj, kostüm ve montaj gibi konularda çok titizdi. Bu da, sahnelerin birçok defa çekilmesini gerektiriyor ve çok uzun çekim sürelerini beraberinde getiriyordu. Ayrıca Kubrick, filmlerinin gösterime girecek tüm kopyalarını kontrol eden ve filmlerinin yurtdışı gösterimlerinde kullanılan afişleri denetleyen, altyazıları satır satır inceleyen titizlik abidesi biriydi. En büyük özelliği olan mükemmeliyetçiliğinden bir örnek vermek gerekirse; Uçaktan korktuğu için Vietnam’da geçen Full Metal Jacket (1987) filmini İngiltere’de çekmiş, sahneyi Vietnam’a benzetmek için binlerce ağaç getirtip, diktirmiştir. Detaycılığının yanında, fütüristliği, ileri görüşlülüğü de Kubrick’i diğerlerinden ayıran önemli bir özellik. Mesela, A Clockwork Orange’da kıyafetler ve dekorlar öyle olağandışıdır ki, dönemine göre hatta günümüze göre bile hala yeni ve etkileyici gözükür. Fakat Kubrick, filmde bunu öyle yansıtır ki ekrana, bütün bu ayrıntılar gayet olağan şeylermiş gibi aktarılır. İşte asıl aşılması, başarılması gereken durum da budur. Başka bir örnek olarak 2001 filmini söyleyebilirz. Roman uyarlaması olmasına rağmen, uzay gemisi indi demek ile bunu göstermek, çekmek, yani ekrana vermek çok daha başka bir şeydir. Unutmayın, daha o dönem uzaya giden de, aya gitmeyi planlama durumları da yok. Gerçekten araştırıp, farkına vardıktan sonra Kubrick gözümde iyice tanrılaştı. 

Ben fikir üretiyorum. Sinema yönetmeninin temel işi budur. Yönetmenin ikinci görevi, filmin seyirciye nasıl bir zevk vereceğini belirlemektir. Konu aktörlere gelince; hep en iyileriyle çalışmayı denesem bile, burada bir orkestra şefinin karşılaştığı sıkıntıları çekmem kaçınılmaz. Film yapma sürecinde en çok hangi aşamasını sevdiğimi soracak olursanız, o zaman da kurgu diye cevap veririm. Çünkü yaratıcı bir iş çıkarmanıza en yatkın zemin, kurgudur. Önceden yazarak hazırlanmak, sonradan senaryoyu kaleme almak, elbette çok tatmin edici bir duygu. Fakat yazarken bir film üzerinde doğrudan çalışmış olmazsınız. Filmin çekimi başladığındaysa, bir sanat eseri yaratmak için tasavvur edebileceğiniz en ağır koşullarla baş başa kaldığımızı bilirsiniz. (Stanley Kubrick)

Kubrick’in İlk İşleri




Day of the Fight: 1951 yılında çektiği 16 dakikalık siyah-beyaz kısa film. Kubrick’in aklına bir film çekme fikri, eski bir arkadaşının tek bir belgesel bölümü çekebilmek için $40.000 harcadığını öğrendiğinde belirmiştir. Ardından kendi hesaplarını yaparak aynı filmi $1.500’e çekebileceğini düşünmüş ve henüz 21 yaşındayken biriktirdiği para ile kamera kiraladığı mağazanın görevlisinden kamerayı nasıl kullanacağını öğrenerek işe koyulmuş. Walter Cartier isimli orta sıklet bir boksörün bir maç gününü anlatır. Look dergisinde çalışırken çektiği boksör fotoğraflarından esinlendiği söylenir. Fonografik estetiğiyle göze çarpan, izlemesi kolay bir belgesel niteliği taşır. Yönetmenlikten montaja, sesten görüntü yönetmenliğine kadar herşeyi kendisi yapmıştır. Film, RKO adlı bir şirket tarafından satın alındı ve New York’taki Paramount sinemasında gösterilerek Kubrick’e ufak bir kar getirdi. IMDB’den izlemek mümkün.



Flying Padre: Kubrick’in 1951’de yaptığı 9 dakikalık kısa film. RKO, bu belgeseli çekmesi için teklif yapar Kubrick’e. New Mexico’lu bir rahibin ve flying padre isimli uçağının siyah-beyaz çekilmiş kısa öyküsü. Daha sonra Kubrick, kendisinin de bu çalışmayı beğenmediğini itiraf eder.



The Seafarers: 1953 yapımı, renkli, 30 dakikalık kısa film. Aynı zamanda uluslararası gemici sendikasının renkli tanıtım belgeselidir.





Muhtemelen son 30 yılın en bağımsız sinemacısı, sadece stüdyo sisteminin içinde çalışmış olanı Stanley Kubrick’tir. Onun bağımsız olmadığını mı söyleyeceksin? Filmleri 30, 40, 50 milyon dolara mal oluyor (bu paralar o dönem için muazzam) ve Warner Brothers senaryoyu bile göremiyor. (Alan Rudolph)

Unfinished Projects – Bitiremediği Projeleri

Kubrick’in ölümunun ardından, şatosunda sakladığı kutulardan binlerce notlar, kitaplar ve resimler ortaya çıktı. Sonuçta yüzlerce fikir, ön çalışma, çekim planları bulundu.

Artificial Intelligence: Ölümü nedeniyle Steven Spielberg tarafından tamamlandı ve Kubrick’e ithaf edildi. Kubrick zaten Spielberg ile film adına sık sık bir araya gelmiş, fikir alışverişinde bulunmuştu. Ölümünün ardından Spielberg, Kubrick’in bu film ile ilgili çalışmalarını aldı ve kendi çalışmalarıyla fikirlerini katarak filmi tamamladı. Sonuçta ortaya kalbur üstü iyi bir bilimkurgu filmi çıktı.

Arayan Papers: 2. Dünya Savaşı’nda yaşanan soykırım üzerine bir film olacaktı. Fakat 90’lı yıllarda Spielberg, Schindler’s List’i çekince vazgeçti. Çünkü hemen hemen aynı yılları anlatacaktı film. Film hakkındaki belgelerden biri de başrol için düşündüğü Joanna ter Steege ile yaptığı fotoğraf çekimi. İnternette bulmak mümkün.





Napoleon: Birçok sinemacıya göre, tarihin çekilemeyen en büyük filmi olarak adlandırılmıştır. Bunun nedeni de çoğu sinemacının artik internette de bulunabilen senaryoyu, resimleri ve taslakları görüp okumuş olmasıdır. Bu film için 500’e yakın kitap okumuş. Napoleon’un yaşadığı bölgeleri gezip, fotoğraflar çekmiş, binlerce sayfa not almış. Başrol için Jack Nicholson’ı düşünmüş. Stüdyolar filmin bütçesinin muazzam büyüklükte olacağını düşünmüş ve Kubrick de bu nedenden ötürü projeden vazgeçmiş. Ama bir gün bu filmi çekecek yeterli teknolojik olanakların olacağına hep inanmış ve o günleri beklemiş.

Onun için dahi diyorlar. İnanın bu söz bile az kalıyor (Jack Nicholson)

Fear and Desire (1953)



-           İlk filmi Fear and Desire’ı çekmek için arkadaşlarından ve akrabalarından borç para aldı. Hatta babasının hayat sigortasını nakde çevirdiği bile söylenir. Filmin yapımcılığını, yönetmenliğini, görüntü yönetmenliğini ve montajını kendisi yaptı. Kubrick’in bu filmi hiç sevmediği bilinir. Daha sonra filmi kimsenin görmemesi için bütün kopyalarını toplattırmıştır.
-           Senaryosunu Howard Secker’in kaleme aldığı film, konusu itibariyle Paths of Glory’e öncülük eder. Savaşın devam ettiği bir ormanlık alanda, bir kaç üniformalı askerden oluşan bir grubun kaçmaya başlamaları ve düşman karargâhına yaklaştıklarını fark edip, orda düşman generalini görmeleriyle ona suikast planlamaya çalışmaları anlatılıyor.



Aklıma film yapma düşüncesini getiren şey, bir sürü berbat film izlemiş olmamdı. Sinemada oturup şöyle düşünüyordum: Filmler hakkında pek fazla bir şey bilmiyorum, ama bundan daha iyi bir film yapabileceğime eminim. (Stanley Kubrick)


Killer’s Kiss (1955)

Toplam 67 dakika süren siyah – beyaz kara film bir kara filmdir Killer’s Kiss. Kubrick yazıp yönetmiştir, Frank Silvera, Irene Kane ve Jamie Smith başrolü paylaşmıştır. 1959’da Locarno Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü almıştır bu filmiyle. 1955’de tanıdıklarına borçlanarak yaklaşık $40.000’a ikinci uzun metrajlı filmi olan Killer’s Kiss’i çekti. Bu filmi yaparken de kaynakları sınırlıydı. Hatta Kubrick bu filmi yapmak için işsizlik maaşı almıştır diye de söylentiler vardır. Bu filmi tamamladığında yaşı 27’dir.


İç içe geçen geri dönüşler ile anlatılan öykünün sağlam sinema dili hemen dikkati çekiyordu. Boksör Dave Gordon, karşı evde oturan Gloria’nın bir adamla kavga edişine tanık olup, onu kurtarmaya niyetleniyor. Bu insani çıkış, pek çok entrikayı, karanlık olayları ve tuhaf bir aşk ilişkisini beraberinde getiriyor. Gloria dans salonunda çalışan kiralık partner. Patronunun ona duyduğu saplantılı aşk, Dave’in hayatını tehlikeye sokuyor, menajerinin ölümüne neden oluyor. Finalde iki sevgili, belki de yeni bir hayata başlama umuduyla Dave’in kırsalda yaşayan ailesinin yanına doğru yola çıkıyordu.

Belki kulağa saçma gelecek ama, bir genç yönetmenin yapması gereken en iyi şey eline bir kamera ve biraz da film negatifi almak ve hangi tür olursa olsun, bir film çekmektir. (Stanley Kubrick)

Hikâyenin ilk basamaklarını unutmadan; klasik anlatının temellerini zayıflatmak için uğraşmış yönetmen. Flashback tekniğinin temelini atmış. Başka resimlerle gözü kandırırken, ses ile kendi hikâyesini kurmaya çalışmış. Mesela balerin sahnesi, resim ve anlatılan hikâyenin uyuşması için düzenlenen bir sahnedir. Ailesi uğruna kariyerini feda eden ablasının intiharını anlatan genç kızın sesi üzerine, sadece sahnede bale figürleri sergileyen ablasının görüntülerinin çıkması, önemli bir anlatım metodu. Filmin de en çok beğenilen sahnesidir. Kubrick ışıkla oynama yeteneğini bu sahnede göstermiştir. 



Bu sahne dışında, yine filmde cadde boyunca kullanılan kaydırmalı çekimler gayet başarılı bulunmuştur. Bu tarz sahneleri zaten ileride, kariyerinin en iyi işlerinde tekrarlayacaktır Kubrick. Burada ise ilk defa görürüz. Geriye dönmeli anlatışlar (flashback) ve bu resimlemeler filmin önemli bir parçasıdır. Birde, Hitchcock’un sık kullandığı bir teknik olan, bir konuşma esnasında görüntünün başka bir yere odaklanması olayını bu filmde kullanmıştır yönetmen. Boksörümüz telefonda konuşurken camın diğer tarafında soyunan kadına odaklanır kamera.

Boksörün dövüşme sahnelerinde düşük prodüksiyon ve sesin yükseltilmesi sonucu seyirciyi kendine bağlayan sahneler yakalanmış. Aksi durumda büyük bir yapım olmadığı için bunu başarmak zor. Burada bir hile kullanıyor Kubrick. Daha önce çektiği Day of the Fight kısa filminde de bir boksörün bir maç gününü anlattığından, boks sahnelerinde sesi yüksek tutarak ve arşivden de görüntüler kullanarak sahneleri zengin kılıyor. Yoksa bir boks sahnesini çekecek bütçesi zaten yoktu ama buradaki işin altından başarıyla kalkmıştır. Sonuç olarak kısıtlı bütçe ile kaliteli sahneler çekmenin tam karşılığı budur.

Manhattan sokakları, damlardaki kovalama ve finaldeki manken fabrikasında geçen sahneler de gayet başarılıdır. Hele bu son sahne, sanki arenada dövüşen gladyatörleri anımsatır bize. Birinin elinde balta, diğerinin elinde mızrağa benzeyen bir cisim ve çevrelerinde yüzlerce cansız manken vardır. Gerçekten çok akıllıca düşünülmüş bir mekân.


Bazı yönetmenler filmlerinde çevrelerindeki dünyayı taklit etmekle yetinirken, bazı yönetmenler ise perdede kendi dünyalarını yaratırlar. İşte Stanley Kubrick tam anlamıyla kendi dünyasını yaratan yönetmenlerdendir. (Andrey Tarkovski)

Not: The Killing, Paths of Glory & Spartacus'u içeren 2. Kubrick yazımda yakında buralarda yerini alıcaktır.