THE THIRTEENTH FLOOR (1999)
1999 yapımı,
yönetmenliğini Josef Rusnak`ın yaptığı, başrollerde Craig Bierko, Armin
Mueller-Stahl, Gretchen Mol, Vincent D`Onofrio ve Dennis Haysbert`in oynadığı,
Daniel F. Galouye`nin Simulacron-3 adlı kitabından uyarlanan bilimkurgu filmi.
The Matrix, Dark
City, Existenz gibi varoluşçu temalara sahip filmlerle konusu itibariyle büyük
paralellikler taşısa da bu filmlerin gölgesinde kalmış, DVD piyasasına düşmüş
bir filmdir. Zaten saydığımız filmlere nazaran bütçesi çok daha düşüktür; yaklaşık
16 milyon $.
Matrix ile aynı yıl
çekilmiş olmasının dışında benzerlik taşıdığı unsurlarının kanıtı olabilecek
bir başka değişik ve güzel bir sahne de Matrix filminde yer alır: Neo`nun
disketleri sakladığı kitabın adı Simulacra and Simulation`dir. Bu filmin uyarlandığı,
fikirlerini benimsediği kitap.
Filmin Matrix ile kıyaslanmasını
bazı kesimler onaylarken bazıları da katiyen bu kıyaslamayı kabul etmez. Nede
olsa Matrix, milyonlarca dolar harcanan bir modern klasiktir, felsefidir,
alameti farikadır. Fakat Matrix`in içerdiği alt başlıklar -ki bu filmde de işlenen
konular- kavga, dövüş ve efektlerin altında biraz kaybolmuş gibi göründüklerinden,
bazıları The Thirteenth Floor`un ana düşüncesini daha çok benimser ve beğenir.
Filmin
soundtrack`inde The Cardigans, Deep Dish gibi sevdiğim, takip ettiğim gruplar var.
Film ünlü düşünür
Descartes`in sözü ile başlar: Düşünüyorum, öyleyse varım.
Filmin konusuna
gelecek olursak (spoiler içerir); büyük bir bilgisayar şirketinin sahibi olan
Hannon Fuller çok önemli bir şey fark eder ve bunu ortağı Douglas Hall`a
söyleyeceği esnada öldürülür. Keşfettiği şey sebebiyle öldürüleceğinin farkında
olduğu için bir barda görevli olan Jerry Ashton`a, Douglas Hall`a iletmesi için
bir mektup bırakır. Fakat Jerry Ashton mektubu açar ve okur. Douglas Hall
mektuba ulaşması için sanal olarak kurulmuş paralel dünyaya gitmek zorundadır.
1930’lardaki bu dünya Hannon Fuller ve Douglas Hall`un şirketinin 13. katındaki
bilgisayar yardımıyla geçiş yapılabilen ve orada buradaki kişilerin karşılığı
olan bir dünyadır. Hannon Fuller`in karşılığı Grierson, Douglas Hall`un
karşılığı John Ferguson, şirkette bu olayı bilen üçüncü kişi olan Jason
Whitmey`in karşılığı ise Jerry Ashon`dır. Karşılıklarının bedenine geçerek
1930lardaki bu sanal dünyada farklı şeyler denemektedirler.
Hannon Fuller
mektubu paralel dünyadaki Jerry Ashton`a bıraktığı için Douglas Hall cinayetin
tek ipucu olan bu mektuba ulaşmak için paralel evrene gider. Bu sırada dedektif
Larry Mcbain, Hannon Fuller`ın cinayeti konusunda Douglas Hall`den şüphelenmektedir
ve zaten tüm deliller de onu işaret eder. Hannon Fuller`in kızı olduğunu iddia
eden Jane Fuller da paralel evrene geçmeyi sağlayan makinenin iptal edilmesi için
elinden geleni yapmaya çalışmaktadır. Douglas Hall sanal olan evrene geçtiğinde
Jerry Ashton`dan mektubu okuduğunu ve okuduktan sonra yazılanları izleyip çok
kotu bir gerçekle karsılaştığını öğrenir. Jerry Ashton kendi dünyalarının sanal
olduğunu öğrenmiş ve artık onun için hiçbir şeyin anlamı kalmamıştır.
Douglas Hall
1999`daki dünyaya döndüğünde Hannon Fuller`in neden kendisinin de bildiği simülasyonun
sınırları olduğu gerçeğini ona iletmek istediğine bir türlü anlam veremediğinden
Jerry Ashton`un yaptığını yapar ve “yol işaretlerini izleme ve hiçbir şekilde
durma, barikatlarda bile” talimatını izler. Öğrendiği şey kendi dünyasının da
sanal olduğudur. Karşılaştığı sahne dünyanın bittiği yerdir ve henüz tamamlanmamış
sanal çizgilerden ibarettir. Bu arada Hannon Fuller’ın kızı olduğunu iddia eden
Jane Fuller da ortadan kaybolmuştur. Douglas Hall izini takip ettiğinde onun da
aslında başka bir dünyadan buraya gelen ve kasiyer kız Natasha Molinaro`nun
bedenine giren biri olduğunu öğrenir.
Simülasyon içinde simülasyon
olduğundan, matematikte alt küme kavramına karşılık gelen bir film. Inception
da bu tarzda bir filmdir. Alt kümelerin hiçbiri en büyük küme olmayabilir, o yüzden
filmdeki kaçıncı simülasyondur, iste burası tartışılır. Asla emin olunamamakla
birlikte, insani “acaba bende bir simülasyon muyum?” diye düşündürten bir yapım.
Filmin vurucu
olabilecek bir hususu da; eğer yerini alacağınız sanal karakteri öldürürseniz,
onun sanal kişiliği gerçek diye tabir ettiğimiz dünyada size yerleşir. Bu oldukça
ilginçti. İntihar ettiğinizde geçici olarak kullandığınız bedenin sahibi olan bilinç
paralel evrende sizin bedeninize yerleşiyor. Gene bu anlamda, filmde yer alan,
sanal bir karaktere aşık olma hususu var. Yani fiziksel özelliklerini beğendiğiniz
birini sanal evrende yaratmak, ona istediğiniz karakter özelliklerini yüklemek
ve son olarak esas kişiyi öldürüp sanal karakteri bir şekilde “gerçek” diye
tabir edilen boyuta çekmek.
Film için keşke diyebileceğimiz
konular da var: Keşke Gretchen Mol`un karakteri üzerine biraz daha
durulabilseydi, kesinlikle efsanevi bir femme fatal çıkabilirdi. Ya da filmin
sonunda, 2024 yılındaki gösterilen evrende, keşke daha dark-noir bir atmosfer kullanılsaydı,
Blade Runner havası verilseydi. Bu konularda daha iyimser yaklaşılmış ve
distopya yerine daha ütopik bir dünya gösterilmiş. Ve keşke başrol oyuncusu
Craig Bierko yerine daha iyi bir secim yapılsaymış. Kesinlikle bir filmi taşıyabilecek,
sürükleyebilecek bir başrol oyuncusu değil. Şahsi tercihim Brendan Fraser
olurdu o dönem için. Bunun dışında, az görülmelerine rağmen Dennis Haysbert ve
Armin Mueller-Stahl her zamanki gibi çizgilerinde, başarılı bir oyunculuk
sergiliyorlar.
Film, gerçeklik algısı
üzerine kurulmuş, gerçekliğin yeniden üretilmesi, yeniden inşası temeline dayanıyor.
İç içe geçmiş sanal dünyalardan hangisinin gerçek olduğunu ve gerçeklik kavramının
hangi ölçülere göre şekillendirildiğini anlatıyor. Filmin sonunda karakterin gerçek
dünya olarak bildiği kendi dünyasının da sanal bir gerçeklikten ibaret olduğunu
anlaması şu an içinde yaşadığımız dünya algısının da buna benzer bir nitelik taşıdığı
öğesini düşündürtüyor. Sonuçta hangisi gerçek; dokunmak, görmek ve hissetmek mi
yoksa düşünmek ve var olduğunu bilmek mi? Filmin ana konsepti ve olay örgüsünün
bu düşünce etrafında cereyan ettiğini söyleyebiliriz. Diğer yandan yaratılan bu
sahte dünyalara da insanın tanrıyı oynaması düşüncesi de var. Filmde insan
kendisini tanrılaştırmak istediği dünyayı yaratır, onun içerisine girer ve istediğini
yapabilir.
Film Jean
Baudrillard`ın simularkum ve simulasyon tanımlarını fazlasıyla kullanması açısından
dikkat çekicidir. Jean Baudrillard`a göre (Simulacra & Simulation,
University of Michigan Press, 1994, p.9) ilk aşamada imaj yani görünen şey
temel gerçekliğin bir yansımasıdır. İkinci aşamanın ortaya çıkardığı şey ise gerçeği
maskeleyen ve sapkınlaştıran bir şeydir, üçüncü aşamada gerçeklik diye bir şeyin
olmadığı ortaya çıkar, dördüncü aşama ise imajın hiçbir gerçekliğe dayanmadığı,
sadece bir simülasyon olduğunu gösterir. Kısacası, simularkum gerçeklikte hiçbir
karşılığı olmayan mutlak sanaldır. Filmde tam da bu argümanı destekler şekilde
bir seyir izler.
Film, 1930’lardaki dünyada
başlar, Hannon Fuller bir mektup yazmış ve onu barda görevli olan Jerry
Ashton`a bırakmıştır (ilk aşama). Bir süre sonra öğreniriz ki, bu dünya gerçek değildir.
Sadece gerçeğin bir yanılsamasıdır (ikinci aşama). Bunu 1999’daki yaşamın varlığı
sayesinde öğreniriz. 2024’teki üçüncü bir dünyanın ortaya çıkması ve 1999’un
bunun paralel dünyası olduğunu öğrendiğimizde, ilkinin gerçeğin bir saptırması olduğunu
bize söyleyen şeyin de (1999’un dünyası) gerçek olmadığını fark ederiz. Böylelikle
gerçeklik diye bir şeyin olmadığı fark edilir (üçüncü aşama). Filmin sonunda,
2024’ün bir televizyon kapanışı gibi bitişi her şeyin mutlak sanal olduğunu, simularkumdan
başka bir şey olmadığını gösterir. (dördüncü asama).
Kritik soru şudur: Hiçbir
gerçeklik yoksa görünen hiçbir şey gerçeğin bir yansıması (Platon) değilse, o
halde yaşamı mümkün yaşanabilir kılan şey nedir? Filmin buna verdiği cevap bir gerçeğin
(yani hiçbir gerçekliğin olmadığı gerçeğinin) farkında olunmadığı bir dünyaya geçmektir.
Jerry Ashton hiçbir şeyin gerçek olmadığı gerçeğini fark ettiğinde hayatını sürdürebilmek
için aradığı şey yeni bir gerçekliktir ve Douglas Hall`a “Şimdi bana neyin gerçek
olduğunu göstermeni istiyorum” der. 1999’daki dünyaya gelmesi ona yaşamı
yeniden anlamlı hale getirmiş ve her şey ne kadar garip olsa da, bu dünyanın gerçek
olduğunu bilmesi ona burasını bir önceki dünyadan daha katlanılabilir kılmıştır.
Douglas Hall da benzer bir problem yaşar ve bundan çıkış olarak bi üst dünyaya,
2024’e gitme yolunu seçer. Filmde ısrarla yeniden bir gerçeklik arayışı ortaya çıkar.
Her şeyin yalan olduğunu öğrendik ama buna rağmen yaşamı nasıl hala mümkün kılabiliriz?
Bu yalanlara rağmen kendimize inanacağımız yeni doğrular buluruz.
No comments:
Post a Comment